Mızraklı İlmihâl – Miftâhul Cennet
Re: Mızraklı İlmihâl – Miftâhul Cennet
CENNET YOLU İLMİHÂLİ
ÖNSÖZ
Allahü teâlâ, insanların dünyâda ve âhıretde mes’ûd olmaları,râhat ve huzûr içinde bulunmaları ve gönüllerini birleşdirip, kar- deşçe yaşamaları ve kendine kulluk vazîfelerini nasıl yapacakları- nı bildirmek için, onlara Peygamberler gönderdi “aleyhimüsse- lâm”. İnsanların, her bakımdan en üstünleri olan bu seçilmiş zât- lar vâsıtası ile kullarına en iyi yaşama yollarını bildirdi. Peygam- berlerinin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” en üstünü ve sonun- cusu olan Muhammed aleyhisselâmın, dünyânın her yerinde, kı- yâmete kadar gelecek olan bütün insanların Peygamberi olduğu- nu bildirdi. Allahü teâlâ, çok sevdiği bu Peygamberine melek ile,yirmiüç senede gönderdiği (Kur’ân-ı kerîm) adındaki büyük kitâ- bında, emrlerini ve yasaklarını bildirdi. Kur’ân-ı kerîm, arabca ol- duğu için ve çok ince bilgileri ve aklın eremiyeceği şeyleri anlat- dığı için, Muhammed aleyhisselâm, bu kitâbın hepsini, başındansonuna kadar, Eshâbına “aleyhimürrıdvân” açıkladı. (Kur’ân-ıkerîmi benim anlatdığımdan başka dürlü açıklayan kâfir olur) de- di. İslâm âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” , Peygamberimizin“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yapdığı açıklamaları, Eshâb-ıkirâmdan işitip, herkesin anlıyabileceği gibi genişletdiler ve Tef- sîr kitâblarına yazdılar. Bu âlimlere, Ehl-i sünnet âlimleri denir.Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ”, Kur’ân-ı ke- rîmin açıklamalarından ve ayrıca Peygamberimizin “sallallahüteâlâ aleyhi ve sellem” (Hadîs-i şerîf) denilen sözlerinden derliye- rek yazdıkları din kitâblarına (ilm-i hâl) kitâbları denir. Allahüteâlânın, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği (İslâm dîni)ni doğru, sağlamöğrenmek istiyenlerin, bu ilmihâl kitâblarını okumaları lâzımdır.
Şimdi sunduğumuz (Cennet Yolu) ilmihâlinin asl ismi (Miftâh- ul Cennet), ya’nî, Cennet kapısının anahtarıdır. Hicrî kamerî 885[m. 1480] senesinde Edirnede vefât etmiş olan Muhammed binKutbüddîn-i İznikî “rahime-hullahü teâlâ” yazmışdır.Derin İslâm âlimi, seyyid Abdülhakîm Efendi “rahime-hulla- hü teâlâ”, ((Miftâh-ul Cennet) ilm-i hâlinin yazarı sâlih bir zâtimiş. Okuyanlara fâideli olur) buyurmuşdur. Bunun için, bu kitâbı neşr ediyoruz. Birkaç yerine yapılan açıklamalar bir köşeli pa- rantez [ ] içine konuldu. Bu açıklamalar, başka kitâblardan seçerekeklenmişdir. Bunların hiçbiri şahsî düşünceler değildir. Allahü teâ- lâ, hepimizi, pusuda bekliyen islâm düşmanlarının ve müslimân is- mini taşıyan, hattâ din adamı geçinen sapıkların, mezhebsizlerin,dinde reformcuların tuzaklarına düşerek, bölünmekden, parçalan- makdan korusun! Hepimizi, sevgili Peygamberinin “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” yolunda, izinde bulunan (Ehl-i sünnet) mezhe- binde birleşdirsin! Birbirlerimiz ile sevişmemizi, yardımlaşmamızınasîb eylesin! Âmîn.
[İnsan, bir iş yapacağı zemân, evvelâ kalbine bir hatara [fikr,düşünce] gelir. Bunu yapmak ister. Bu isteğine (Niyyet) denir. Buişi yapmaları için uzvlarına [organlarına] emr eder. Emr vermesi- ne (Kasd, teşebbüs) denir. Uzvların iş yapmalarına (Kesb) denir.Kalbin yapdığı işlere (ahlâk) [huy] denir. Kalbe hatara altı yerdengelir: Allahü teâlâdan gelen hataralara (Vahy) denir. Vahy, yal- nız Peygamberlerin kalblerine gelir. Meleklerin getirdikleri hata- ralara (İlhâm) denir. İlhâm Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtüvetteslîmât” ve sâlih müslimânların kalblerine gelir. Sâlih müsli- mânların verdikleri hataralara (Nasîhat) denir. Vahy, ilhâm venasîhat, dâimâ iyi ve fâidelidir. Şeytândan gelen hataralara (Ves- vese), insanın kendi nefsinden gelen hataralara (Hevâ), kötü ar- kadaşın telkîn etdiği [aşıladığı] hataralara (İgfâl) denir. Nasîhather insana verilir. Vesvese ve hevâ, kâfirlerin ve fâsık müslimân- ların kalblerine gelir. İkisi de, fenâ [kötü] ve zararlıdır. Allahü te- âlânın râzı olduğu, beğendiği şeylere (İyi) denir. Beğenmedikle- rine (Fenâ) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, iyi vefenâ şeyleri (Kur’ân-ı kerîm)de bildirmişdir. İyileri yapmağı emretmiş, fenâları yasaklamışdır. Bu emr ve yasaklara (Ahkâm-ı islâ- miyye) denir. Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlarına ve akla tâbi’olup, ahkâm-ı islâmiyyeye uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâdave âhıretde se’âdete, huzûra kavuşur. Fenâ kimselerin, zındıkla- rın igfâl edici, aldatıcı sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytâna uyup,ahkâm-ı islâmiyyeye uymayan kalb, kararır, bozulur. Nûrlu, te- miz kalb, ahkâm-ı islâmiyyeye uymağı sever. Kararmış kalb, kö- tü arkadaşa, nefse, şeytâna uymağı sever. Allahü teâlâ, çok mer- hametli olduğu için, dünyânın her yerinde yeni doğan çocuklarınkalblerini temiz olarak yaratmakdadır. Bunları, sonra anaları, ba- baları ve fenâ arkadaşları karartmakda, kendileri gibi yapmakda- dır.]
CENNET YOLU İLMİHÂLİ
El-hamdü lillâhillezî cealenâ minet-tâlibîne ve lil-ilmi minerrâgıbîne ves-salâtü ves-selâmü alâ Muhammedinil lezî erselehü rahmeten lil-âlemîne ve alâ Âlihi ve Eshâbihi ecma’în.
İSLÂMİYYET
ALLAH VARDIR VE BİRDİR
[Allahü teâlâ, bütün varlıkları yaratdı. Herşey yok idi. Yalnız Allahü teâlâ var idi. O hep vardır. Sonradan var olmuş değildir. Önceden yok olsaydı, Onu var eden bir kuvvetin bulunması lâzım olurdu. Çünki, var olmayan bir şeyi yaratacak kuvvet olmazsa, o şey hep yok olur, var olamaz. Onu yaratan kuvvet sâhibi hep varidi ise, işte Allahü teâlâ bu kuvvet sâhibi olan sonsuz varlıkdır. Yok eğer, bu yaratıcı kuvvet sâhibi de, sonradan var olmuşdur denirse, bunu da var edenin bulunması lâzım olur. Böylece, sonsuz sayıda var edicilerin bulunması lâzım olur. Bu ise, var edicilerin bir başlangıcının bulunmaması demekdir. İlk var edicinin bulunmaması, bunun var edeceklerinin de bulunmaması demek olur. Varedici var olmayınca, yokdan var edilmiş olan bu gördüğümüz veyâ işitdiğimiz madde ve rûh âleminin de bulunmaması lâzım olur. Maddeler ve rûhlar var oldukları için, bunların yalnız bir yaratıcı- larının da bulunması ve hep var olması lâzımdır.
Allahü teâlâ, herşeyin yapı maddesi olan basît cismleri ve rûhları ve melekleri önce yaratdı. Basît cismlere şimdi element deni- yor. Bugün, yüz beş çeşid elementin var olduğu biliniyor. Allahü teâlâ, her maddeyi, her cismi bu yüz beş elementden yaratmış ve hep yaratmakdadır. Demir, kükürt, karbon, oksigen gazı, klor gazı birer elementdir. Allahü teâlâ bu elementleri kaç milyon seneönce yaratmış olduğunu bildirmedi. Bunlardan meydâna gelen, yerleri, gökleri ve canlıları da, ne zemân yaratmağa başladığını bil- dirmedi. Canlı, cansız herşeyin belli bir ömrü vardır. Zemânı gelin- ce yaratmakda, ömrü bitince yok etmekdedir. Birşeyi yokdan varetdiği gibi, birşeyden, yavaş yavaş veyâ birden bire başka birşeyi yapmakda, birincisi yok olmakda, yenisi var olmakdadır.
Allahü teâlâ, ilk insanı, cansız maddelerden ve rûhdan mey4dâna getirdi. Bundan önce, hiç insan yokdu. Hayvânlar, otlar, cin ve melekler, bu ilk insandan dahâ önce yaratıldı. Bu ilk insanın is- mi, Âdem “aleyhissalâtü vesselâm” idi. Bundan, Havvâ isminde bir kadın da yaratdı. Bütün insanlar, bu ikisinden üredi. Her hayvândan da kendi cinsleri türedi. Canlı ve cansız her şeyin her zemân değişdiğini görüyoruz. Kadîm olan şey ise, hiç değişmez. Fizik olaylarında, maddelerin hâlleri, şeklleri değişiyor. Kimyâ reaksiyonlarında özü, yapıları değişiyor. Cismler yok olup, başka cismler hâsıl oluyor. Çekirdek olaylarında, element de yok oluyor, enerjiye dönüyor. Her şeyin birbirinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelemez. Yokdan var edilmiş olan ilk maddelerden hâsıl olmaları lâzımdır. Çünki sonsuz, başlangıcı yok demekdir.
İslâm düşmanları, müslimânların çocuklarını aldatmak için, fen adamı şekline giriyorlar. İnsanlar maymundan yaratıldı diyorlar. Darwin ismindeki İngiliz doktoru böyle söyledi diyorlar. Bunlar yalan söylüyorlar. Darwin böyle bir şey söylemedi. Canlılar arasında hayât mücâdelesini anlatdı. (Nev’lerin menşei) ismindeki kitâbında, canlıların muhîte uyduklarını, bunun için, ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. Bir cins, başka cinse döner demedi. İngiliz ilm birliğinin 1980 senesinde Salfordda düzenlediği toplantıda Swansea Üniversitesi öğretim üyesi Prof.John Durant: “Darwinin insanın menşei ile ilgili görüşleri, modern bir efsâne oldu. Bu efsâne ilmî ve içtimâî gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi. Tekâmül masalları, ilmî araştırmala rüzerinde tahrîb edici te’sîr yapdı. Tahrîfâta, lüzûmsuz münâkaşalara ve ilmin büyük ölçüde sûistimâllerine yol açdı. Şimdi Darwinin teorisi, dikiş yerlerinden patlamış, geriye perîşân ve bozuk bir düşünce yığını bırakmışdır” dedi. Prof. Durantın vatandaşı hak- kında söylediği bu sözler, Darwincilere ilm adına verilen en enteresan cevâblardan biridir. Günümüzde tekâmül teorisinin değişik kültür seviyesindeki insanlara anlatılmak istenmesinin asıl sebebi ideolojikdir. İlmî değildir. Bu teori materyalist felsefenin telkîni için bir vâsıta olarak kullanılmakdadır. İnsan, maymun- dan oldu sözü, ilmî bir söz değildir. Fennî bir söz de hiç değildir.Darwinin sözü de değildir. İlmden, fenden haberi olmıyan câhilislâm düşmanlarının yalanlarıdır. İlm adamı, fen adamı, böyle câhilce, saçma söz söyliyemez. Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete ya’nî zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilm dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilm adamı, fen adamı olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını, ilm ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cem’ıyyetiçin zararlı, alçak, hâin bir mikrop olur. Onun diploması, etiketi, mevkı’i, bir gösteriş, gençleri avlıyan bir tuzak olur. Yalanlarını, iftirâlarını, ilm ve fen olarak saçan fen taklîdcilerine, (Fenyobazı) denir. Bu fen yobazlarına aldanmamalıdır.
Allahü teâlâ, insanların dünyâda râhat, huzûr içinde yaşamalarını, âhıretde de sonsuz se’âdete kavuşmalarını istiyor. Bunun için, se’âdete sebeb olan fâideli şeyleri emr etdi. Felâkete sebeb olan, zararlı şeyleri yasak etdi. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın, inanma- sın, herhangi bir kimse, bilerek veyâ bilmiyerek, ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uyduğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Fâideli ilâcı kullanan herkesin, derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz, îmânsız, çok kimsenin ve milletlerin, birçok işlerinde muvaffak olmaları, Kur’ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalışdıkları içindir. Kur’ân-ı kerîme uyarak, âhıretde sonsuz se’âdete kavuşabilmek için ise, buna, inanarak, uymak lâzımdır.
Allahü teâlânın birinci emri (Îmân) etmekdir. Birinci yasak etdiği şey de (Küfr)dür. Îmân demek, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın son Peygamberi olduğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, Ona emrlerini ve yasaklarını arabî olarak (Vahy) etmişdir. Ya’nî bir melek vâsıtası ile bildirmiş, O da bunların hepsini insanlara anlatmışdır. Allahü teâlânın arabî olarak, bir melek ile bildirdiklerine (Kur’ân-ı kerîm) denir. Kur’ân-ı kerîmin hepsi yazılı kitâba (Mıshaf) denir. Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. ALLAH kelâmıdır. Hiç bir insan öyle düzgün söyliyemez. Kur’ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine (İslâmiyyet) denir. Hepsine kalb ile inanan insana (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Birini bile beğenmemeğe, îmânsızlık, ya’nî (Küfr) [Allaha düşman olmak] denir. Kıyâmete, cinnin, meleklerin var olduklarına, Âdem Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm”, bütün insanların babası olduğuna ve ilk Peygamber olduğuna inanmak, yalnız kalb ile olur.Bunlara, (Îmân), (İ’tikâd) ve (Akâid) bilgileri denir. Beden ile ve kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeylere ise, hem inanmak, hem de yapmak veyâ sakınmak lâzımdır. Bunlara (Ahkâm-ı islâmiyye) bilgileri denir. Bunlara inanmak da, îmân olur. Bunları yapmak ve sakınmak, (İbâdet) olur. Niyyet ederek ahkâm-ı islâmiyyeye uymağa(İbâdet) yapmak denir. Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına(Ahkâm-ı islâmiyye) ve (Ahkâm-ı ilâhiyye) denir. Emr edilenlere(Farz), yasak edilenlere (Harâm) denir. Görülüyor ki, ibâdetlerin, vazîfe olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen (Kâfir) [Allaha düşman] olur. Bunlara inanıp da, yapmıyan kâfir olmaz. Buna (Fâsık) denir. İslâm bilgilerine îmân edip de, elinden geldiği kadar yapan mü’mine, (Sâlih müslimân) [iyi insan] denir. Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için, islâmiyyete uyan ve bir mürşidi seven müslimâna (Sâlih) [iyi insan] denir. Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmış olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Başkalarının da, bu sevgiyi kazanmalarına vâsıta olan Velîye (Mürşid)denir. Bu mubârek, seçilmiş insanların hepsine (Sâdık) denir. Bunların hepsi sâlihdir. Sâlih mü’min Cehenneme hiç gitmiyecekdir. Kâfir, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Cehennemden hiç çıkmıyacak, sonsuz azâb görecekdir. Kâfir îmân ederse, bütün günâhları hemen afv olur. Fâsık, tevbe edip, ibâdetleri yapmağa başlarsa, Cehenneme girmiyecek, sâlih mü’min gibi, doğru Cennete gidecekdir. Tevbe etmezse, yâ şefâ’at ile veyâ sebebsiz afv olup, doğru Cennete gidecek, yâhud Cehennemde günâhları kadar yandık- dan sonra, Cennete girecekdir.
Kur’ân-ı kerîm, o zemân ki insanların konuşduğu arabî gramere uygun olarak gelmişdir ve nazm hâlindedir. Ya’nî, şi’r gibi, düzgündür. Arabî lisânının incelikleri ile doludur. Bedi’, Beyân, Me’ânî ve Belâgat ilmlerinin bütün inceliklerine uygundur. Bununiçin anlaması çok güçdür. Arabî lisânının inceliklerini bilmiyen kimse, arabî okuyup yazsa bile, Kur’ân-ı kerîmi iyi anlıyamaz. Bu incelikleri bilenler bile anlıyamamış, çok yerlerini, Peygamber efendimiz açıklamışdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”bu açıklamalarına (Hadîs-i şerîf) denir. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în, Peygamberimizden “sallallahü teâlâaleyhi ve sellem” işitip öğrendiklerini, gençlere bildirmişlerdir. Zemân geçdikce kalbler kararmış, hele yeni müslimân olanlar, Kur’ân-ı kerîmden, kendi noksan aklları ve kısa görüşleri ile ma’nâ çıkarmağa kalkışmışlar, Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymıyan şeyler anlamışlardır. İslâm düşmanları da, bu bölünmeyi, parçalanmağı körüklemiş, böylece, yetmiş iki dürlü bozuk, sapık inanış meydâna gelmişdir. Böyle sapık inanan müslimânlara(Bid’at ehli) veyâ (Dalâlet ehli) denir. Yetmiş iki bid’at fırkasından olanların hepsi, muhakkak Cehenneme girecek, fekat mü’min oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete gireceklerdir. İnanışı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilmiş bir bilgiye uymaz ise, bunun îmânı gider. Buna(Mülhid) denir. Mülhid, kendini müslimân sanır.
İ’tikâd bilgilerini, ya’nî inanılması lâzım olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” doğru olarak öğrenip, kitâblara yazan islâm âlimlerine, (Ehl-i sünnet)âlimleri denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bunlar,dört mezhebin birinde ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlerdir. Bu âlimler, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, kendi aklları ile, kendi görüşleri ile anlamağa kalkışmamış, yalnız Eshâb-ı kirâm- dan öğrendiklerine inanmışlardır. Kendi anladıklarına uymamışlar, Peygamberimizin bildirdiği doğru yolu yaymışlardır. Osmânlı devleti müslimân idi ve Ehl-i sünnet i’tikâdında idi.
Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ve birçok kıymetli kitâblar yazıyor ki, dünyâda ve âhıretde felâketlerden kurtulmak ve râhat, mes’ûd yaşamak için önce Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi îmân etmek, ya’nî öğrenmek ve hepsine inanmak lâzımdır. Ehl-i sünnet i’tikâ- dında olmıyan kimse, yâ (Bid’at ehli), ya’nî sapık müslimân olur. Yâhud (Mülhid), ya’nî kâfir olur. Îmânı, ya’nî i’tikâdı doğru olan mü’minin ikinci vazîfesi, sâlih olmakdır. Ya’nî, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmakdır. Bunun için, kalb ile ve beden ile yapılması ve sakınılması emr olunan islâm bilgilerini öğrenip, bunlara uygun yaşamak lâzımdır. Ya’nî ibâdet yapmakdır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ibâdet bilgilerini anlatırken dörde ayrıldılar. Dört (Mezheb) meydâna geldi. Ayrılıkları az ve mühim olmıyan işlerde olduğu için ve îmânlarında birleşdikleri için, birbirlerini sever ve sayarlar. Her müslimânın bu dört mezhebden birine göre ibâdet yapması lâzımdır. Bu dört mezhebden birine uymıyan kimsenin Ehl-i sünnetden ayrılmış olacağı Tahtâvînin (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesi Zebâyıh kısmında yazılıdır.
Harbde esîr alınan herhangi bir kâfir veyâ sulh zemânında,bir kâfir, ben müslimân oldum deyince, buna inanılır. Fekat, bunun (Îmânın altı şartı)nı hemen öğrenmesi ve inanması lâzımdır.Sonra farzları ve harâmları, sırası gelince ve imkân bulunca, he- men öğrenmesi ve öğrendiklerine uyması lâzımdır. Öğrenmezse veyâ öğrendiklerinden birine dahî ehemmiyyet vermeyip, yapmazsa, Allahü teâlânın dînine ehemmiyyet vermemiş olur. Îmânı yok olur. Böyle îmânı giden kimseye (Mürted) denir. Mürtedlerden din adamı şekline girip, müslimânları aldatanlara (Zındık) denir. Zındıklara, bunların yalanlarına aldanmamalıdır. Bir kimse, dünyâ çıkarlarında aldanmayıp, lâkin islâmı vasf ve te’akkul etmiyerek, müslimânlığı bilmiyerek bâliğ olmuş ise, bunun mürted hükmünde olacağı, (Siyer-i Kebîr şerhi) tercemesinin yüzonaltıncı sahîfesinde ve (Dürr-ül-muhtâr)da, kâfirin nikâhı sonunda yazılıdır. (Dürr-ül-muhtâr)da, kâfirin nikâhı sonunda diyor ki, nikâhlı müslimân bir kız, bâliga olduğu zemân, müsli- mânlığı bilmezse, nikâhı bozulur. [Ya’nî mürted olur.] Allahü teâlânın sıfatlarını ona bildirmelidir. O da, tekrâr etmeli ve bunlara inandım demelidir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, bunu açıklarken diyor ki, (Kız küçük iken, anasına babasına tâbi’ olarak müslimândır. Bâliga olunca, anasının babasının dînine tâbi’olması devâm etmez. İslâmiyyeti bilmeyerek bâliga olunca, mürted olur. Îmân edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhîd söylese, ya’nî (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) dese, müslimân olmaz. (Âmentü billâhi...) de bulunan altı şeye inanan ve Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını kabûl etdimdiyen kimse, müslimân olur). Buradan anlaşılıyor ki, her müslimânın, çocuklarına (Âmentü billâhi ve Melâiketihi ve Kütübihive Rüsülihi vel Yevmil-âhiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihi minallâhi teâlâ vel-bâ’sü ba’delmevti hakkun Eşhedü en Lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühu) ezberletmeli, ma’nâsını iyice öğretmelidir. Çocuk bu altı şeyi ve islâmiyyetin emrlerinden ve yasaklarından birisini öğrenmez ve inan- dığını söylemezse, bâlig olduğu zemân müslimân olmaz, mürtedolur. Bu altı şey üzerinde, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında geniş bilgi vardır. Her müslimânın bu kitâbı okuyup ve çocukları- na okutup, îmânlarını kuvvetlendirmeleri ve bütün tanıdıklarının okumaları için çok gayret etmesi lâzımdır. Bunun için, çocuklarımızın mürted yetişmemesi için çok dikkat etmeliyiz. Onlara, dahâküçük yaşda, îmânı, islâmı, abdesti, guslü, nemâzı öğretmeliyiz! Ananın babanın birinci vazîfesi, evlâdını müslimân olarak yetişdirmekdir.
(Dürer ve Gurer)de diyor ki, (Mürted olan erkeğe müslimân ol denir. Şübhe etdiği şey anlatılır. Zemân isterse, üç gün habsolunur. Tevbe ederse kabûl edilir. Tevbe etmezse, hâkim tarafından öldürülür. Mürted olan kadın öldürülmez. Müslimân oluncaya kadar habs olunur. Dâr-ül-harbe kaçarsa, Dâr-ül-harbde câriye olmaz. Esîr alınırsa câriye olur. Mürted olunca, nikâh fesholur. Bütün malları mülkünden çıkar. Tekrâr müslimân olursa, tekrâr mülkü olurlar. Ölünce veyâ Dar-ül-harbe kaçınca [veyâDâr-ül-harbde mürted olunca] müslimân vârisine kalır. [Vârisiyoksa, Beyt-ül-mâldan hakkı olanların olur.] Mürted mürtede vâris olamaz. Mürted iken kazandıkları mülkü olmaz. Müslimânlara fey olur. Alış veriş ve kirâ sözleşmeleri ve hediyye vermesi bâtıl olur. Tekrâr müslimân olursa, sahîh hâle dönerler. Evvelki ibâdetlerini kazâ etmez. Yalnız, tekrâr hac yapması lâzım olur). Îmândan sonra, ilk öğrenilecek şey, abdest almak, gusl abdesti venemâzdır.
Îmânın altı şartı: Allahü teâlânın var olduğuna ve bir olduğuna ve sıfatlarına inanmak, Meleklere, Peygamberlere, Kitâblara, Âhıretde olan şeylere, Kazâ ve Kadere îmândır. İleride bunları ayrı ayrı açıklıyacağız.
Sözün kısası, kalb ile ve beden ile, islâmiyyetin emrlerine ve ya- saklarına uymalı ve kalb, gafletden uyanık olmalıdır. Kalbi uyanık olmayan [ya’nî Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü ve Cennet ni’metlerini ve Cehennem ateşinin şiddetini hâtırlamayan, düşün- miyen] kimsenin bedeninin islâmiyyete uyması güç olur. Fıkh âlimleri fetvâları bildirirler. Bunların yapılmasını kolaylaşdırmak, ALLAH adamlarının işidir. Bedenin islâmiyyete severek ve kolay uyması için, kalbin temiz olması lâzımdır. Fekat yalnız kalbin temiz olmasına, ahlâkın güzel olmasına ehemmiyyet verip, bedenin islâmiyyete uymasına ehemmiyyet vermiyen kimse, (Mülhid)dir. Bunun nefsinin parlaması ile hâsıl olan [gaybdan haber vermek, hastaları okuyup üfleyip iyi etmek] gibi âdet dışı başarıları (İstidrâc)olup, kendisini ve buna uyanları Cehenneme sürükler. Kalbin te- miz ve nefsin mutmainne [uysal] olduğunun alâmeti, bedenin islâmiyyete seve seve uymasıdır. His organlarını ve bedenini islâmiyyete uydurmıyanların (Kalbim temizdir. Sen kalbe bak!) demeleri boş lâfdır. Böyle söylemekle kendilerini ve etrâfındakileri aldatmakdadırlar.]
ÎMÂNIN SIFATLARI
Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki, îmânın sıfatları altıdır:
ÂMENTÜ BİLLÂHİ: Ben Allahü azîm-üş-şânın varlığına ve birliğine inandım, îmân etdim. Allahü azîm-üş-şân, vardır ve birdir. Şerîki ve nazîri yokdur. (Ortağı ve benzeri yokdur). Mekândan münezzehdir. (Bir yerde değildir).Kemâl sıfatlariyle muttasıfdır. Kemâl sıfatları vardır.Ve noksan sıfatlardan berîdir. Onda bulunmaz. Kemâl sıfatlar, Allahü azîm-üş-şânda bulunur. Noksan sıfatlar, bizlerde bulunur. Bizlerde bulunan noksan sıfatlar, elsizlik ve ayaksızlık ve gözsüzlük ve hastalık ve sağlık, yimek ve içmek ve bunlara benzeyen bir çok şeylerdir. Allahü azîm-üş-şânda bulunan sıfatlar, yer ve gökleri ve havada, sularda, yer yüzünde ve toprak altında yaşamakda olan dürlü mahlûkatı yaratması ve aklımızın erdiği ve aczimiz sebebiyle birçoklarına ermediği, pek çok mahlûkları [yaratıkları] her an varlıkda durdurması ve cümle mahlûkatın rızkını vermesi ve diğer kemâl sıfatlardır. Kâdir-i mutlakdır. Her varlık, Allahü azîm-üş-şânın kemâl sıfatlarından bir eserdir. Allahü azîm-üş-şân hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar, yirmi ikidir. Ve yirmi iki de, muhâl sıfatları vardır. Vâcib, lâzım demekdir. Bu sıfatlar, Allahü azîm-üş-şânda bulu- nur. Muhâl olanlar bulunmaz. Muhâl, vâcibin zıddıdır. Var olamazdemekdir. Allahü azîm-üş-şân hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ınefsiyye birdir: Vücûd, ya’nî var olmakdır. Allahü azîm-üş-şânın var olmasının, naklen delîli, Allahü teâlâ- nın, (İnnenî enellâhü) kavl-i şerîfidir. Aklen delîl ise, bu âlemlerihalk eden [yokdan var eden], bir hâlık [yaratıcı], elbet mevcûddur, elbette vardır. Mevcûd olmamak muhâldir. Sıfât-ı nefsiyye demek; zât, Onsuz ve O, zâtsız tasavvur olunmaz, düşünülemez demekdir.
SIFÂT-I ZÂTİYYE
Allahü azîm-üş-şân hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ızâtiyye beşdir:
Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir.
1- Kıdem, Allahü azîm-üş-şânın varlığının evveli olmamak.
2- Bekâ, Allahü azîm-üş-şânın varlığının âhırı olmamak, bunavâcib-ül-vücûd derler. Naklen delîl, Allahü teâlânın Hadîd sûre- sinde, üçüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl varlığının evveli veâhırı olsa, sonradan var olmuş olup, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz venâkıs olan, başkasını yaratamaz. Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
3- Kıyâm bi-nefsihi, Allahü azîm-üş-şân, zâtında ve sıfatlarında ve ef’âlinde, kimseye muhtâc olmamak. Naklen delîl, Muhammed“aleyhisselâm” sûresinin son âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, bu sıfatlar, Onda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
4- Muhâlefetün lil-havâdis, Allahü azîm-üş-şân zâtında ve sıfatında, kimseye benzememek. Naklen delîl, Allahü teâlânın Şûrâsûresindeki onbirinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl bu sıfatlar, Onda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Al- lahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
5- Vahdâniyyet, Allahü azîm-üş-şânın, zâtında ve sıfatında veef’âlinde şerîki ve nazîri yokdur. Naklen delîl, Allahü teâlânın İh- lâs sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer ortağıolsa, âlem fenâ bulur, yok olurdu. Biri, bir şeyin yaratmasını ve diğeri yaratmamasını dilerdi.
[Âlimlerin çoğuna göre, (Vücûd) ya’nî var olmak da, ayrıca bir sıfatdır. Böylece, (Sıfât-ı zâtiyye) altı olmakdadır].
SIFÂT-I SÜBÛTİYYE
Allahü azîm-üş-şân hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyye sekizdir: Hayât, ilm, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm, tekvîn.
Bu sıfatların ma’nâları budur ki:
1- Hayât, Allahü azîm-üş-şân, diri olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Bekara sûresindeki iki yüz elli beşinci âyet-i kerîmesinin baş kısmıdır. Aklen delîl, Allahü azîm-üş-şân, diri olmasa, bu mahlûkat vücûda gelmezdi.
2- İlm, Allahü azîm-üş-şânın bilmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Haşr sûresindeki yirmiikinci âyet-i kerîmesidir. Aklendelîl, Allahü azîm-üş-şânın bilmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Onun hakkında muhâldir.
3- Sem’, Allahü azîm-üş-şânın işitmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın İsrâ sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, işitmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Al- lahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
4- Basar, Allahü azîm-üş-şânın görmesi olmak. Naklen delîl,Allahü teâlânın yine İsrâ sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, görmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs ol- mak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
5- İrâde, Allahü azîm-üş-şânın dilemesi olmak. Onun dilediğiolur. O dilemezse, hiçbir şey olmaz. Varlıkları dilemiş, yaratmışdır. Naklen delîl, Allahü teâlânın İbrâhîm sûresindeki yirmiyedinciâyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer dilemesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
6- Kudret, Allahü azîm-üş-şânın herşeye gücünün yetmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Âl-i İmrân sûresindeki yüzalt- mışbeşinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer gücü yetmese, âcizve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
7- Kelâm, Allahü azîm-üş-şânın söylemesi olmak. Naklen delîl,Allahü teâlânın Nisâ sûresindeki yüzaltmışdördüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer söylemesi olmasa âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
8- Tekvîn, Allahü azîm-üş-şân hâlıkdır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yokdan var eden Odur. Ondan gayri yaratıcı yokdur. Naklen delîl, Allahü teâlânın Zümer sûresindeki altmış ikinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, yerlerde ve göklerde acâib-i mahlûkatı vardır ve cümlesini yaratan Odur. Ondan başkası için (yaratdı) demek küfr olur. İnsan bir şey yaratamaz.
Allahü azîm-üş-şân hakkında bize bilmesi vâcib olan sıfât-ıma’neviyye, sekizdir. Hayyün, Alîmün, Semî’un, Basîrün, Mürîdün, Kadîrün, Mütekellimün, Mükevvinün.
Bu sıfât-ı şerîflerin ma’nâları budur ki:
1- Hayyün, Allahü azîm-üş-şân, diri olucudur.
2- Semî’un, Allahü azîm-üş-şân, sem’ı kadîmi ile işiticidir.
3- Basîrün, Allahü azîm-üş-şân, görücüdür.
4- Mürîdün, Allahü azîm-üş-şân, irâde-i kadîmi ile dileyicidir.
5- Alîmün, Allahü azîm-üş-şân, ilm-i kadîmi ile bilicidir.
6- Kadîrün, Allahü azîm-üş-şân, kudret-i kadîmesi ile gücü yeticidir.
7- Mütekellimün, Allahü azîm-üş-şân, kelâm-ı kadîmi ile söyleyicidir.
8- Mükevvinün, Allahü teâlâ, herşeyi halk edicidir.
Allahü teâlâ hakkında, muhâl olan sıfatlar, bunların zıddıdır.
VE MELÂİKETİHİ: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın meleklerine inandım, îmân eyledim. Allahü azîm-üş-şânın melekleri var- dır. Onları nûrdan halk etmişdir. Cismdirler. [Burada cism demek, fizik kitâblarında bildirilen cism değildir.] Yimezler ve içmezler. Onlarda erkeklik, dişilik olmaz. Gökden yere inerler ve yerden gö- ğe çıkarlar. Ve bir hâlden bir hâle girerler. Göz açıp yumacak ka- dar, Allahü azîm-üş-şâna âsî olmazlar ve bizim gibi günâh işlemezler. Onların içinde mukarrebler ve Peygamberler vardır.Ve cümlesinin efdali, Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl “aleyhi- müsselâm”dır. Bu dördü cümle meleklerin Peygamberleridir. Veonların her birisini, Allahü azîm-üş-şân, bir hizmete koymuşdur.Kıyâmete kadar, başka bir hizmete nevbet gelmez.
VE KÜTÜBİHİ: Dahî, Allahü azîm-üş-şânın kitâblarına inan- dım, îmân eyledim. Allahü azîm-üş-şânın kitâbları vardır. Kur’ân-ı kerîmde bil- dirilen, yüzdört kitâbdır. Yüzü küçük kitâbdır. Bunlara (suhuf)denir. Ve dördü büyük kitâbdır. Tevrât, hazret-i Mûsâ “aleyhis- selâm”a, Zebûr, hazret-i Dâvüd “aleyhisselâm”a, İncîl, hazreti Îsâ “aleyhisselâm”a, Kur’ân-ı kerîm, bizim Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm”a nâzil olmuşdur. Bugün yehûdîlerin ve hıristiyanların okudukları (Tevrât) ve (İncîl) hakkında (Cevâb Ve- remedi) kitâbımızda geniş bilgi vardır. Yüz suhufdan, on suhufu, hazret-i Âdem “aleyhisselâm”a, elli suhufu, Şit “aleyhisselâm”a, otuz suhufu, İdrîs “aleyhisse- lâm”a, on suhufu, İbrâhîm “aleyhisselâm”a inmişdir. Bunların cümlesini, Cebrâîl “aleyhisselâm” indirmişdir. Cümlesinden sonra, Kur’ân-ı azîm-üş-şân nâzil olmuşdur. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın nüzûlü az az, âyet âyet- yirmiüç senede temâm olmuşdur. Ve hükmü, kıyâmete değin bâkîdir. Nesh olmakdan [geçersiz olmakdan] ve tebdîl ile tahrîfden [insanların değişdirmelerinden]mahfûzdur.
VE RÜSÜLİHİ: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmân eyledim. Allahü teâlânın Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vet teslîmât” vardır. Peygamberlerin hepsi insandır. Evveli Âdem “aleyhisselâm” ve âhırı, bizim Peygamberimiz hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”dir. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmiş ve geçmişdir. Onların sayısını Allahü azîm-üş-şân bilir. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beşdir: Sıdk, Emânet, Teblîg, İsmet, Fetânet.
1- Sıdk, cümle Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,sözlerinde sâdık olurlar. Her sözleri doğrudur.
2- Emânet, Onlar emânete hıyânet etmezler.
3- Teblîg, Onlar, Allahü azîm-üş-şânın emrinin ve nehyinin hepsini bilip, ümmetlerine bildirir ve ulaşdırırlar.
4- İsmet, büyük ve küçük bütün günâhlardan berî olmakdır.Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma’sûm olan, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüsselâm” [Bunlardan başkasına ma’sûm diyen- ler, Şî’îlerdir].
5- Fetânet, Cümle Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslî- mât”, sâir insanlardan dahâ akllı olmakdır.
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” için câiz olan sıfatlar beşdir: Onlar, yirler, içerler, hasta olurlar, ölür, dünyâlarını değişdirirler. Dünyâya muhabbet etmezler. Kur’ân-ı azîm-üş-şânda, ism-i şerîfleri bildirilen yirmisekiz Peygamberdir. Bunları bilmek, herkese vâcibdir dediler. Peygamberlerin ismleri “aleyhimüssalâtü vesselâm”: Âdem, İdrîs, Nûh, Şis [Şit], Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhîm, İsmâ’îl, İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Dâvüd, Süleymân,Yûnüs, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Eyyûb, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim”dir. Üzeyr ve Lokmân ve Zülkarneyn için, ihtilâf olundu. Bunlara ve Hıdır aleyhisselâma âlimlerden kimisi nebîdir, kimisi velîdir, dediler. Mektûbât-ı Ma’sûmiyye C.2, 36.cı mektûbda, Hıdırın Peygamber olduğunu bildiren haberin kuvvetli olduğu yazılıdır. 182.ci mektûbda, Hıdır aleyhisselâmın, insan şeklinde görülmesi ve ba’zı işler yapması,Onun hayâtda olduğunu göstermez. Allahü teâlâ, Onun ve birçok peygamberin ve velînin rûhlarının insan şeklinde görülmesine izin vermişdir. Onları görmek hayâtda olduklarını göstermez demek- dedir. Ve dahî, sana gereken, ilk Peygamber olan hazret-i Âdem“aleyhisselâm” zürriyyetindenim ve âhır zemân Peygamberi Mu- hammed “aleyhissalâtü vesselâm” dîninden ve ümmetindenim, el- hamdülillah, demekdir. Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. Bunun için ve müslimânlara müşrik dedikleri için, kâfir oluyorlar.
VEL-YEVMİL-ÂHIRI: Dahî ben, kıyâmet gününe inandım. Îmân etdim. Çünki, Allahü teâlâ haber vermişdir. Kıyâmet günü, kabrden kalkınca başlar. Cennete veyâ Cehenneme gidinceye kadar devâm eder. Cümlemiz ölüp yine dirilsek gerekdir. Cennet ve Cehennem ve mîzân [Terâzî] ve sırât köprüsü, haşr [toplanmak] ve neşr [Cennete ve Cehenneme dağılmak], kabr azâbı, münker venekîr adındaki iki meleğin kabrde süâli hakdır. Ve olacakdır.
VE BİL-KADER-İ HAYRİHİ VE ŞERRİHİ MİNALLAHİTEÂLÂ: Dahî hayr ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesi, Allahü azîm-üş-şânın takdîriyle, ya’nî ezelde bilmesi ve dilemesi ve vaktleri gelince yaratması ile ve levh-il mahfûza yazmasiyle olduğuna inandım, îmân eyledim. Kalbimde, aslâ şek ve şübhe yokdur. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh. Ve dahî, i’tikâdda [ya’nî inanılacak şeylerde] mezhebim, (Ehl-isünnet ve cemâ’at) mezhebidir. Ben bu mezhebdenim. Diğer yet- mişiki fırkanın inançları yanlışdır, bozukdur. Cehenneme gideceklerdir. [Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsini sevenlere (Ehl-isünnet) denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi âlim ve âdil idi. İnsanların efendisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde, hizmetinde bulunmuşlar ve Ona yardımcı olmuşlardır. En az sohbetde bulu- nanı bile, Eshâb-ı kirâmdan olmıyan en yüksek Velîden dahâ yüksekdir. O islâm güneşinin, O Allahü teâlânın habîbinin bir sohbetinde, bir teveccühünde hâsıl olan hâller, o mubârek nefesleri ve nazarları te’sîri ile zuhûr eden kemâller, o huzûra, o yakınlık se’âdetine kavuşamıyanlara nasîb olmamışdır. Eshâb-ı kirâmınhepsi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dahâ ilk sohbetde, nefslerine uymakdan kurtulmuşlardır. Hepsini sevmekle emrolunduk. (Şir’atül İslâm) şerhinin ilk sahîfelerinde: (Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin hakkında, mümkin olduğu kadar, iyi söyleyiniz, onların hiç birine sakın dil uzatmayınız) diye yazıyor. Yetmiş iki fırkaya gelince: Kimi ifrâta vararak, taşkınlık yapdı, kimi tefrîte düşerek haklarını vermedi, kimi akla güvendi, kimi felsefeye ve eski yunan felsefecilerine aldandı. Böylece dîni islâmda olmıyan, hattâ yasak olan şeyleri yapdılar. Bid’ate sarıldılar. Sünneti, ya’nî islâmiyyeti bırakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazreti Ömer “radıyallahü anhümâ” gibi, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” icmâ’ ile en üstünü olanlarını, hattâ Peygamber efendimizi “aleyhisselâm” çekemiyenler zuhûr etdi. Peygamber efendimizin mi’râca, cesedi ve rûhu birlikde olarak götürüldüğünü in- kâr edenler türedi.
Çok şaşılır ki, zemânımızda da islâm âlimi olarak tanınan, fekat yetmiş iki fırkanın en zararlısı (İsmâ’îliyye) ağzı ile konuşan zevallılar görülmekdedir. Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” annelerinin ve babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” nübüvveti teblîgden önce putlara kurban kesdiğini söyleyerek, vesîka olarak da ba’zı şî’î kitâblarını göstererek ve bunlar gibi nice yıkıcı yazılarla temiz gençleri aldatmağa, zehrlemeğe çalışmakdadırlar. Böylece bozguncuların maksadı; islâm dînini baltalamak, gençlerin îmânını çalmak, onlara küfrü bulaşdırmak olduğu açıkça anlaşılmakdadır. Hadîs-işerîfde: (Kur’ân-ı kerîme kendi aklı ile ma’nâ veren kâfir olur),buyuruldu. Din âlimleri edebli idi. Dikkatli konuşurlardı ve ya- zarlardı. Yanlış bir şey söylemiyeyim diye, çok düşünürlerdi. Uluorta konuşmak, islâmiyyeti (Edille-i şer’ıyye)den, ya’nî dört anakaynakdan alarak değil de, kendi yanlış görüşleri ile ve bozuk düşünceleri ile anlatmağa kalkışmak, değil bir islâm âliminin, herhangi bir müslimânın bile yapacağı şey değildir. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüğünü anlamayan câhillerin, i’tikâdı zedeliyen yıkıcı sözlerini ve yazılarını öldürücü zehr bilmeliyiz.
Fârisî mısra’ tercemesi:
Îmânıma saldıracaklarından söğüt yaprağı gibi titriyorum.
Allahü teâlâ, kalblerimizde, sevdiklerinin sevgisini artdırsın.
Düşmanlarını sevmek felâketine düşürmesin! Bir kalbde îmân bulunduğuna alâmet, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekdir.]
Amelde mezheb dörtdür: İmâm-ı a’zam, imâm-ı Şâfi’î, imâm-ıMâlik, imâm-ı Ahmed bin Hanbelin “rahmetullahi aleyhim” mezhebleri.
Bu dört mezhebden, her hangi birini taklîd etmek lâzımdır.Dördünün mezhebi de hakdır, doğrudur. Dördü de Ehl-i sünnetdir. Biz, İmâm-ı a’zam mezhebindeniz. Bu mezhebde olanlara(Hanefî) denir. İmâm-ı a’zam mezhebi savâbdır, doğrudur. Hatâolmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezheb hatâdır. Savâb olmakihtimâli de vardır deriz.
Ve dahî, îmânın, bizde bâkî kalıp çıkmamasının şartı ve sebebi altıdır:
1- Biz gâibe îmân eyledik. Bizim îmânımız gâibedir, zâhire değildir. Zîrâ biz, Allahü azîm-üş-şânı, gözümüzle göremedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân etdik. Bundan aslâ şübhemiz yokdur.
2- Yerde ve gökde, insanda ve cinde ve meleklerde ve Peygamberlerde “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, gâibi bilen yokdur. Gâibi ancak Allahü azîm-üş-şân bilir ve dilediklerini dilediklerine bildirir. [Gâib demek, duygu organları ile veyâ hesâb, tecribe ile anlaşılmıyan demekdir. Gâibi ancak Onun bildirdikleri bilir.]
3- Harâmı harâm bilip, i’tikâd etmek.
4- Halâlı halâl bilip, böyle i’tikâd etmek.
5- Allahü azîm-üş-şânın azâbından emîn olmayıp, dâimâ korkmak.
6- Her ne kadar günâhkâr olsa da, Allahü azîm-üş-şânın rahme- tinden ümmîd kesmemek.
Bu altı şeyden birisi, bir kimsede bulunmasa da, beşi bulunsa, yâhud birisi bulunsa da, beşi bulunmasa, o kimsenin îmânı ve islâmı sahîh değildir. Şimdi îmânı olduğu hâlde, ileride îmânının gitmesine sebebolan şeyler kırk [40] kadardır:
1- Bid’at sâhibi olmak. Ya’nî i’tikâdı bozuk olmak. [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru i’tikâddan çok az da olsa ayrılan, sapık veyâ kâfir olur. İnanması zarûrî olan şeye inanmazsa, hemen kâfir olur. İnanması zarûrî olmayan şeyi inkâr etmek (Bid’at) veyâ(Dalâlet) olur. Son nefesde îmânsız gitmeğe sebeb olur.]
2- Za’îf îmân, ya’nî amelsiz îmân.
3- Dokuz a’zâsını doğru yoldan çıkarmak.
4- Büyük günâh işlemeğe devâm etmek. [Bunun için, içki içmemeli, müslimân hanımları ve kızları, baş, saç, baldır ve bileklerini yabancı erkeklere göstermemelidir.]
5- Ni’met-i islâma şükrünü kesmek.
6- Âhırete îmânsız gitmekden korkmamak.
7- Zulm etmek.
8- Sünnet üzere okunan ezân-ı Muhammedîyi dinlememek.[Böyle okunan ezâna kıymet vermezse hemen kâfir olur.]
9- Anaya babaya âsî olmak. Onların islâmiyyete uygun olan,mubâh olan emrlerini sert sözle red etmek.
10- Doğru olsa bile, çok yemîn etmek.
11- Nemâzda, rükû’da, kavmede, iki secdede ve celsede, ta’dîl-ierkânı terk etmek. Ta’dîl-i erkân, tumânînet ile, ya’nî hiç hareketetmeden sübhânallah diyecek kadar durmakdır.
12- Nemâzı ehemmiyyetsiz sanıp, öğrenmesine ve çoluk çocu- ğuna öğretmeğe ehemmiyyet [önem] vermemek ve nemâz kılanlara mâni’ olmak.
13- Hamr [şerâb] ve fazlası serhoş eden her içkiyi, az da olsa, iç- mek. [Bira içmek de harâmdır.]
14- Mü’minlere eziyyet etmek.
15- Yalan yere evliyâlık ve din bilgisi satmak. Ehl-i sünnet bil- gilerini öğrenmeyip, kendini din adamı, vâiz olarak tanıtmak.[Böyle yalancıların yazdıkları uydurma din kitâblarını okumamalı- dır. Va’z ve nutklarını dinlememelidir.]
16- Günâhını unutmak, küçük görmek.
17- Kibrli olmak, ya’nî kendisini beğenmek.
18- Ucb, ya’nî ilm ve amelim çokdur demek.
19- Münâfıklık, iki yüzlülük.
20- Hased etmek, din kardeşini çekememek.
21- Hükûmetin ve üstâdının islâmiyyete muhâlif olmayan sözü- nü yapmamak. Muhâlif olan emrlerine karşı gelmek.
22- Bir kimseyi tecribe etmeden, iyi demek.
23- Yalanda ısrâr etmek.
24- Ulemâdan kaçmak. [Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumamak.]
25- Bıyıklarını sünnet mikdârından ziyâde fazla uzatmak.
26- Erkekler ipek giymek. Sun’î ipek ve atkısı ipek, çözgüsü pamuk olan câizdir.
27- Gîbet etmekde ısrâr etmek.
28- Kâfir de olsa, komşusuna eziyyet etmek.
29- Dünyâ umûru için, çok gazaba gelmek, sinirlenmek.
30- Ribâ, fâiz almak ve vermek.
31- Öğünmek için elbisesinin kollarını ve eteklerini fazla uzatmak.
32- Sihrbazlık, büyü yapmak.
33- Müslimân ve sâlih olan mahrem akrabâyı ziyâreti terk etmek.
34- Allahü teâlânın sevdiği kimseyi sevmemek ve islâmiyyeti bozmak için uğraşanları sevmek.
35- Mü’min kardeşine üç günden fazla kin tutmak.
36- Zinâya devâm etmek.
37- Livâtada bulunup, tevbe etmemek. Livâta, zekeri başkasının dübürüne sokmakdır. Erkeklerin idrâr çıkan yerine zeker, kadınların yerine ferc denir.
38- Ezânı fıkh kitâblarının bildirdikleri vaktlerde ve sünnete uygun okumamak ve sünnete uygun okunan ezânı işitince saygı göstermemek.
39- Münkeri (harâm) işliyeni görüp de, gücü yetdiği hâlde, tatlı dil ile nehy [ya’nî men’] etmemek.
40- Karısının, kızının ve nasîhat vermek hakkına sâhib olduğu kadınların başı, kolları, bacakları açık, süslü, kokulu sokağa çıkmasına ve kötülerle görüşmesine râzı olmak.
Peygamberlerin Allahü azîm-üş-şândan getirdiği şeyleri, dil ile ikrâr ve kalb ile tasdîk etmeğe (îmân) denir. Muhammed aleyhis-selâma îmân etmeğe ve bildirdikleri ile amel etmeğe (İslâmiyyet) denir.
Ve dahî, Din ve Millet, ikisi birdir. Peygamberlerin Allahü azîm-üş-şândan i’tikâda, ya’nî inanmağa müteallik getirdiği şeylere din ve millet denir.
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hak teâlâdan amele, işe müteallik getirdiği şeylere, (İslâmiyyet) veyâ (ahkâm-ı islâmiyye) denir.
Ve dahî, îmân-ı icmâlî, ya’nî kısaca inanmak kâfîdir. Tafsîl etmek, îmânı uzun bilmek lâzım değildir. Mukallidin, anlamadan inananın îmânı sahîhdir. Ve ba’zı yerlerde, tafsîl dahî gereklidir.
Îmân üç kısmdır: Îmân-ı taklîdi, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî.
Îmân-ı taklîdî, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı bilmez. Anasından, babasından işitdiği gibi, inanır ve gördüğü gibi ibâdet yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur.
Îmân-ı istidlâlî, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı ve harâmı hem bilir ve hem islâmiyyete uyar. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem bildirir. Üstaddan, ilmihâl kitâbından öğrenmiş, bu gibilerin îmânı kuvvetlidir.
Îmân-ı hakîkî, cümle âlem bir yere gelse, hepsi Rabbi inkâr etseler, o etmez. Ve kalbine aslâ şek ve şübhe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ îmânı gibidir. Böyle îmân, diğer iki îmândan a’lâdır.
Ve dahî, islâmiyyet ahkâmı, amele müteallikdir. Îmâna müteallik değildir. Yalnız îmân ile Cennete girilir. Fekat, yalnız amel ile cennete girilmez. Amelsiz îmân makbûldür. Ammâ, îmânsız amel makbûl değildir. Îmânı olmıyanların yapdıkları ibâdetler, hayrlı işler, sadakalar, kıyâmetde hiç bir işe yaramaz. Îmân başkasına hediyye verilmez, ammâ amelin sevâbı verilir. Îmân vasiyyet edilmez.
Ammâ, kendi için amel yapılması, vasıyyet edilir. Ameli terk eden, kâfir olmaz, lâkin îmânı terk eden ve amele kıymet vermiyen kâfir
olur. Özrü olandan, âciz olandan amel afv olunur. Îmân, kimseden afv olunmaz. Cemî’ Nebîlerin ümmetlerine bildirdikleri îmân birdir. Ancak, ahkâmlarında, dinlerinde, amellerinde ihtilâf, ayrılık vardır. Ve dahî, îmân iki nev’dir. Biri, îmân-ı hılkî ve biri de, îmân-ı kesbî.
Îmân-ı hılkî, ahd-i mîsâk vaktinde, kulların BELÂ (Evet) demeleridir.
Îmân-ı kesbî, bulûğdan sonra edilen îmândır. Cemî’ mü’minlerin îmânı birdir. Amelleri bir değildir.
Îmân, farz-ı dâimdir. Amel, vakti gelince farz olur.
Îmân, kâfire ve müslime farzdır. Amel yalnız müslime farzdır.
Ve dahî, îmân sekiz nev’dir:
Îmân-ı metbû, melekler îmânıdır.
Îmân-ı ma’sûm, Nebîler îmânıdır.
Îmân-ı makbûl, mü’minler îmânıdır.
Îmân-ı mevkûf, ehl-i bid’atin bozuk îmânıdır.
Îmân-ı merdûd, münâfıkların izhâr etdikleri yalan îmândır.
Îmân-ı taklîdî, anasından ve babasından işitip, üstâddan öğrenmemiş olan kimsenin îmânıdır. Bu gibilerin îmânından korkulur.
Îmân-ı istidlâlî, Mevlâ-ı müteâliyi, delîl ile anlayarak bilendir. Onun îmânı kuvvetlidir.
Îmân-ı hakîkî, cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etseler, o inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şübhe gelmez. İşte bunun, cümleden a’lâ olduğunu yukarıda bildirmişdik.
Îmânın hükmü üçdür:
Evvelkisi, boynu kılıncdan kurtulur.
İkincisi, malı cizyeden ve harâcdan kurtulur.
Üçüncüsü, cesedi Cehennemde -muhalled- (devâmlı olarak) yanmakdan kurtulur.
(Âmentü billâhi...) buna, sıfât-ı îmân ve mü’menün bih ve zât-i îmân ve asl-ı îmân da denilir. Ululuğuna binâen ve şerefine binâen.
Ve dahî, îmânın medârı, ya’nî îmân etmenin lâzım olduğu zemân ikidir: Âkıl olmak ve bâliğ olmak.
Ve îmânın sebebi ikidir: Âlemin yaratılması ve Kur’ân-ı azîmüş-şânın inmesi.
Ve dahî, delîl ikidir: Delîl-i aklî ve delîl-i naklî.
Ve dahî, îmânın rüknü, aslı ikidir: İkrârün bil-lisân ve tasdîkun bil-cenândır.
Bunların da şartı ikidir:
Kalbin şartı, şek olmamak, dilin şartı, ne söylediğini bilmekdir.
Ve dahî, îmân mahlûk mudur? Allahü azîm-üş-şânın hidâyeti olması haysiyyetinden, gayr-ı mahlûkdur. Ammâ, kulun tasdîk ve ikrâr etmesi ciheti ile mahlûkdur.
Îmân; cemî’ midir, bir bütün müdür, tefrîk, dağınık mıdır?
Kalbde cemî’dir ve a’zâda tefrîkdir.
Yakîn, Allahü azîm-üş-şânın zâtını, kemâliyle bilmekdir.
Havf, Allahü azîm-üş-şândan korkmakdır.
Recâ, Allahü azîm-üş-şânın rahmetinden ümmîdini kesmemekdir.
Muhabbetullah, Allaha ve Resûlüne “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve dîn-i islâma ve mü’minlere muhabbet etmekdir.
Hayâ, Allahdan ve Resûlünden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” utanmakdır.
Tevekkül, cemî’ işlerini Allahü teâlâya ısmarlamakdır. Bir işe başlarken Ona güvenmekdir.
Ve dahî, îmân ve islâm ve ihsân neye derler?
Îmân, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine inanmağa derler.
İslâm, Allahü azîm-üş-şânın emrlerini tutmağa ve nehyinden ictinâb etmeğe, sakınmağa derler.
İhsân, Allahü azîm-üş-şânı görür gibi, ibâdet etmeğe derler.
Îmân, lügatda mutlak tasdîk etmeğe derler. İslâmiyyetde altı şeyi tasdîk etmeğe, inanmağa derler.
Ma’rifet, Allahü azîm-üş-şânı, kemâl sıfatlariyle muttasıf ve noksan sıfatlardan berî bilmekdir.
Tevhîd, Allahü azîm-üş-şânı birlemekdir. Ona kimseyi ortak etmemekdir.
İslâmiyyet, (Ahkâm-ı islâmiyye), ya’nî Allahü azîm-üş-şânın emrleri ve nehyleri [yasakları] demekdir.
Din ve millet, inanılması lâzım olan şeylerde ölünceye kadar sebât etmekdir.
Ve dahî, îmân beş kal’anın içinde hıfz olunur.
1- Yakîn.
2- İhlâs.
3- Farzları edâ ve harâmlardan ictinâb.
4- Sünnete yapışmak.
5- Edebi hıfz etmek, gözetmekdir.
Her kim, bu beş şeyi hıfz ederse, îmânını hıfz etmiş olur. Bunlardan, velev birini terk ederse, düşman gâlib olur. Îmânın düşmanı dörtdür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı [istekleri], önde dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytân, îmânı almak dilerler.
Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyâsını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı insanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını, ahlâkını bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâsına ve âhıretine, ebedî se’âdetine saldıranlardır. Îmânımızı, Allahü teâlâ bu düşmanların şerrinden ve islâm düşmanlarının aldatmalarından emîn eyleye.
(Kelime-i Tevhîd)in, ya’nî Lâ ilâhe illallah demenin ma’nây-ı şerîfi, ibâdete lâyık ve müstehak, Allahü azîm-üş-şândan gayri, bir zât yokdur. Ancak, Allahü azîm-üş-şândır. O, hep vardır ve birdir.
Şerîki [ortağı] ve nazîri [benzeri] yokdur. Zemânsız ve mekânsızdır.
Muhammedün resûlullah, demenin ma’nâsı, hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü azîm-üş-şânın kulu ve hak resûlüdür. Biz dahî Onun ümmetiyiz, elhamdülillah.
Ve dahî, kelime-i tevhîdin sekiz ismi vardır.
1- Kelime-i şehâdetdir.
2- Kelime-i tevhîd.
3- Kelime-i ihlâsdır.
4- Kelime-i takvâ.
5- Kelime-i tayyibe.
6- Da’vetül-hak.
7- Urvetülvüskâ.
8- Kelime-i semeret-ül-Cennetdir.
Ve dahî, ihlâsın şartı, niyyet etmek ve ma’nâsını bilmek ve ta’zîm ile okumakdır.
Ve zikr eden kimsenin dört şeye ihtiyâcı vardır: Tasdîk, ta’zîm, halâvet, hurmet.
Tasdîki terk eden, münâfıkdır. Ta’zîmi terk eden, bid’at sâhibidir. Halâveti terk eden, mürâîdir, gösteriş yapar. Hurmeti terk eden fâsıkdır. Eğer, inkâr ederse, kâfir olur.
Ve dahî, zikr üç nev’dir:
1- Zikr-i avâm.
2- Zikr-i havâs.
3- Zikr-i ehasdır.
Zikr-i avâm, câhillerin zikri. Zikr-i havâs âlimlerin zikri ve zikr-i ehas, enbiyâ zikridir.
Ve dahî, zikr edecek a’zâ üçdür:
1- Lisan ile zikr ki, kelime-i şehâdet söylemekdir.
2- Tevhîd ve tesbîh ve Kur’ân-ı kerîm okumakdır.
3- Kalb ile zikrdir.
Kalbin zikri üç nev’dir:
1- Allahü azîm-üş-şânın sıfatlarına delâlet eden delîlleri, alâmetleri tefekkür etmek.
2- Ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini tefekkür etmek.
3- Mahlûkların sırrını tefekkür etmek.
Tefsîr âlimleri, Bekara sûresinin yüzelliikinci âyet-i kerîmesini tefsîr ederek, Allahü azîm-üş-şân, (Kullarım! Siz beni tâ’at ile zikr ederseniz, ben de sizi rahmet ile zikr ederim. Ve eğer siz beni düâ ile zikr ederseniz, ben de sizi icâbet ile zikr ederim. Ve eğer siz beni tâ’at ile zikr ederseniz, ben de sizi na’îmim [Cennetim] ile zikr ederim. Ve eğer siz beni, tenhâlarda zikr ederseniz, ben de sizi Cem’ıyyet-i kübrâda [mahşerde] zikr ederim. Ve eğer siz beni, yoklukda zikr ederseniz, ben de sizi yardımım ile zikr ederim. Ve eğer siz beni icâbetle zikr ederseniz, ben de sizi hidâyetle zikr ederim. Ve eğer siz beni, sıdk ve ihlâs ile zikr ederseniz, ben de sizi halâs ve necât [kurtulmak] ile zikr ederim. Ve eğer siz beni, fâtiha-i şerîfe ile ve fâtiha-i şerîfenin içindeki rübûbiyyet ile zikr ederseniz, ben de sizi rahmetim ile zikr ederim) buyurur dediler.
Ve dahî, zikr etmenin yüz kadar fâidesini, ulemâ beyân etmişdir. Biz ba’zısını bildirelim:
Zikr edenden, Allahü azîm-üş-şân râzı olur. Melekler râzı olur.
Şeytân, gamlanır. Kalbi rakîk ve yumuşak olur. İbâdete istekli ve gayretli olur. Kalbinden gamı giderir. Kalbini ferahlandırır. Yüzünü nûrlandırır.
Şecâ’at sâhibi olur. Muhabbetullaha vâsıl olur. Ona ma’rifetullahdan bir kapı açılır. Evliyâdan feyz alır. Seksen kadar ahlâk-ı hamîdeyi cem’ etmiş olur.
(Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) demenin ma’nây-ı şerîfi dahî budur ki, âhır zemân Peygamberi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Allahü azîmüş-şânın hem kulu, hem Resûlüdür.
Yidi ve içdi ve hâtunları nikâhladı. Oğulları ve kızları oldu.
Cümlesi hazret-i Hadîceden “radıyallahü anhâ” olmuşdur. Yalnız İbrâhîm, Mâriye adlı câriyeden olmuşdur. Ve memeden kesilme-
den vefât etmişdir. Fâtıma “radıyallahü anhâ”dan gayri cümle evlâdları kendinden evvel vefât etmişdir. Onu hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” tezvîc etmişdir. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn, hazret-i Alînin ve hazret-i Fâtımanın “radıyallahü anhüm” çocuklarıdır. Ve cümle kızlarının içinde, hazret-i Fâtıma efdaldir.
Ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sevgilisidir.
Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onbir hâtunu vardır: Hazret-i Hadîce, Sevde, Âişe, Hafsa, Ümm-i Seleme, Ümm-ı Habîbe, Zeyneb bint-i Cahş, Zeyneb bint-i Huzeyme, Meymûne, Cüveyriyye, Safiyye “radıyallahü anhünne”.
İnsanla cinne, hak ile bâtılı ve harâm ile halâli, dünyânın fânî ve âhıretin bâkî olduğunu, dînin ilmihâlini ta’lîm için gelmiş, hak Peygamberdir “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
(Edille-i şer’ıyye) dörtdür: Kitâb, Sünnet, İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı müctehid. Âlimler din bilgilerini bu dört kaynakdan almışdır.
Kitâb, Allahü azîm-üş-şânın kelâmına denir. Sünnet, kavl-i Resûl, fi’l-i Resûl, takrîr-i Resûldür. İcmâ-i Ümmet, bir asrda bulunan müctehidlerin, meselâ Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm” veyâ dört mezhebin bir konuda sözbirliği yapmasıdır. Kıyâs, Müctehidlerin, bir şeyi, başka bir şeye benzetmesine denir.
Ve dahî, mezheb, lügatda yola derler. Bizim iki yolumuz vardır:
Biri, i’tikâd yolu ve biri de, amel (iş) yolu.
İ’tikâd yolunda imâmımız, ya’nî kılavuzumuz, Ebû Mansûr Mâtürîdîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Bunun yoluna (Ehl-i sünnet) denir. Amel yolunda, kılavuzumuz, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahime-hullahü teâlâ”. Bunun yoluna (Hanefî Mezhebi) denir. Ebû Mansûr-i Mâtürîdînin adı, Muhammed ve babasının adı, Muhammed ve dedesinin adı Muhammed ve hocasının adı, Ebû Nasr-ı İyâddir “rahime-hümullahü teâlâ”. Ebû Nasr-ı İyâdînin hocasının ismi, Ebû Bekr-i Cürcânî ve onun hocasının ismi, Ebû Süleymân Cürcânî ve Ebû Süleymân Cürcânînin hocasının ismi, Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed Şeybânîdir. Bu ikisinin hocası da imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahimehümullahü teâlâ”. Görülüyor ki, i’tikâdda mezhebimizin başıda, amelde mezhebimizin başı da, hep İmâm-ı a’zamdır.
Cümle nâsın, üç imâmı vardır ki, bunları bilmek farzdır. Emrleri ve nehyleri veren imâmımız, Kur’ân-ı azîm-üş-şândır. Bunları, ya’nî islâmiyyeti bildiren imâmımız, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleridir. Bunları zor ile yapdıran imâmımız, Resûlullahı temsil etmekde olan, müslimân devlet reîsidir.
İmâm-ı a’zamın hocasının ismi, Hammâd ve Hammâdın hocasının ismi, İbrâhîm-i Neha’î ve onun hocasının ismi Alkama bin Kaysdir ve dayısıdır. Onun hocasının ismi, Abdüllah ibni Mes’ûddur “rahime-hümullahü teâlâ”. Bu dahî, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ahz eylemişdir, almışdır.
Resûlullah “aleyhisselâm” dahî, Cebrâîl “aleyhisselâm”dan ahz etmişdir. Ve Cebrâîl “aleyhisselâm”a, Allahü sübhânehü ve teâlâ hazretleri emr eylemişdir.
Allahü azîm-üş-şân, Âdem oğluna dört cevher vermişdir: Akl, Îmân, Hayâ ve fi’l, ya’nî amel-i sâlih.
Ve dahî, düâların ve herhangi bir amelin kabûl olunmasının şartı ve sebebi beşdir: Îmân, İlm, Niyyet, Hulûs ya’nî ihlâs ve Kul hakkı bulunmamakdır. Önce, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak, sonra yapılacak ibâdetin sıhhatinin şartlarını bilmek lâzımdır.
[Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahîh olmaz. O ibâdet yapılmamış olur. Cezâsından, azâbından kurtulamaz. Sahîh olup da, kabûl olmıyan ibâdet için azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına kavuşamaz. İbâdetin kabûl olması için, önce sahîh olması, sonra yukarıda yazılı beş şartın bulunması da lâzımdır. Kul hakkı da bu şartlara dâhildir]. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, ikinci cildin seksenyedinci mektûbunda diyor ki, (Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fekat üzerinde yarım dank [ya’nî çok az] kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez). [Düâları da kabûl olmaz.]
İbni Hacer-i Mekkî “rahimehullahüteâlâ”, (Zevâcir) kitâbında, yüz seksen yedinci günâhı anlatır ken diyorki: Bekara sûresi yüz seksen sekizinci âyetinde meâlen, (Ey mü’min ler! Bir bi ri ni zin mallarını bâtıl yoldan yimeyiniz!) buyuruldu. Bâtıl yol, fâiz, kumar, gasb, sirkat, hîle, hiyânet, yalancı şahidlik, yalan yemîn ederek aldatmakdır. Ha dîs-i 2e rîf ler de, (Ha lâl yi yen, farz la r› ya p›p,
ha râm lar dan sa k› nan ve in san la ra za rar ver mi yen bir müs li mân
Cen ne te gi de cek dir) ve (Ha râm ile bes le nen be den, ate de ya -
nar) ve (
er rin den, za ra r›n dan emîn olun ma yan kim se nin, dî ni,
ne mâz la r›, ze kât la r›, ken di si ne fâi de ver mez) ve (Üze rin de ki cil -
bâ b› ha râm dan gel mi olan ada m›n ne mâz la r› ka bûl ol maz) bu -
yu rul du. [Cil bâb, ka d›n la r›n ge ni2 ba2 ör tü sü de mek dir. Er kek le -
rin uzun göm le )i ne de de nir. Cil bâb, ka d›n la r›n iki par ça dan giy -
dik le ri çar 2af de mek dir di yen le re gö re, ha dîs-i 2e rîf de, er kek le rin
de bu çar 2a f› giy dik le ri bil di ril mi2 olu yor. Böy le söy le me nin do) -
ru ol ma d› )›, câ hil ce ve gü lünç bir ina n›2 ol du )u mey dân da d›r.]
‹ki yü zün cü gü nâ h› an la t›r ken bil dir di )i ha dîs-i 2e rîf de, (Hî le li
mal sa tan, biz den de il dir. Gi de ce i yer Ce hen nem dir) bu yu rul -
du. ‹ki yü zo nun cu gü nâh da ki ha dîs de, (Çok ne mâz k› lan, oruc tu -
tan, sa da ka ve ren, fe kat di li ile kom u la r› n› in ci te nin gi de ce i yer
Ce hen nem dir) bu yu rul du. Kâ fir olan kom 2u yu da in cit me mek,
ona da iyi lik yap mak, ih sân et mek lâ z›m d›r. Üç yü zo nü çün cü gü -
nâh da ki ha dîs de, (Sulh ze mâ n›n da bir kâ fi ri hak s›z öl dü ren, Cen -
ne te gir mi ye cek dir) ve (‹ki müs li mân, dün yâ ç› kar la r› için dö ü -
ün ce, ölen de öl dü ren de Ce hen ne me gi de cek dir) ve üç yü zon ye -
din ci gü nâh da ki ha dîs de, (‹n san la ra zulm eden, K› yâ met de bu -
nun azâ b› n› çe ke cek dir) bu yu rul du. Gayr-› müs lim le re zulm yap -
mak da böy le dir. Üç yü zel lin ci gü nâh da ki ha dîs de, (Üç kim se nin
düâ s› mu hak kak ka bûl olur: Maz lû mun, mü sâ fi rin ve ana ba ba -
n›n) ve (Kâ fir ol sa da, maz lû mun bed düâ s› red edil mez) ve dört -
yü zi kin ci gü nâh da ki ha dîs de, (Kâ fir olan ar ka da › n› öl dü ren de
biz den de il dir) ve dört yüz do ku zun cu gü nâh da ki ha dîs de, (Gü -
nâh lar için de, azâ b› en ça buk ve ri le cek ola n›, hü kû me ti ne is yân
et mek dir) bu yu rul du. (Ze vâ cir)den ter ce me te mâm ol du. Ey
müs li mân! Al la hü te âlâ n›n r› zâ s› na ka vu2 ma )› ve amel le ri nin ka -
bûl ol ma s› n› is ti yor san, yu ka r› da bil di ri len ha dîs-i 2e rîf le ri kal bi -
ne yaz! Müs li mân ol sun, kâ fir ol sun, kim se nin ma l› na, ca n› na,
›r z› na sal d›r ma! Kim se yi in cit me! Her ke sin hak k› n› öde! Bo 2a d› -
)› ka d› na mehr pa ra s› n› öde me si de kul hak k› d›r. Öde mez se,
dün yâ da ve âh› ret de ce zâ s› çok 2id det li dir. Kul hak k› n›n en mü -
himmi ve azâbı en çok olanı akrabâsına ve emri altında olanlara
din bilgisi öğretmeği terk etmekdir. Onların ve bütün insanların
din bilgisi öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence
ederek veyâ aldatarak mâni’ olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı
olduğu anlaşılır. Bid’at sâhiblerinin, mezhebsizlerin, sözleri ile,
yazıları ile Ehl-i sünnet bilgilerini değişdirmeleri, dîni, îmânı boz-
maları da böyledir. Hükûmete, kanûnlara karşı gelme. Vergileri-
ni öde. Hükûmet zâlim, fâsık olsa bile, hükûmete isyân etmenin
günâh olduğu, (Berîka)da yazılıdır. Dâr-ül-harbde, ya’nî kâfir
memleketlerinde de, kanûnlara, emrlere karşı gelme! Fitne çıkar-
ma! İslâma saldıranlarla ve bid’at sâhibleri ile ve mezhebsizlerle
arkadaşlık etme! Onların kitâblarını, gazetelerini okuma! Radyo-
larını, televizyonlarını evine sokma! Sözünü dinleyenlere, (Emr-i
ma’rûf) yap! Ya’nî, güler yüzle, tatlı dil ile nasîhat eyle! Kimse ile
münâkaşa etme! Güzel ahlâkın ile, islâm dîninin şânını, şerefini
herkese göster!
İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, birinci cildde diyor ki, (Sev’eteyn, ya’nî kubul ve dübür, dört mezhebde de galîz ya’nî kaba avretdir. Bunları örtmek sözbirliği ile farzdır. Örtmeğe ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Dizi açık olan erkeğe, bunu örtmesi için, Emr-i ma’rûf yapılır. Ya’nî, tatlı sözle nasîhat edilir. İnâd ederse, susulur. Uylukları açık olan inâd ederse, sert söylenir. Sev’eteyni açık olan, inâd ederse, hâkime söyleyerek, zor ile [döğerek, habs ederek] örtdürülür. Başka erkeğin avret yerine bakmanın günâhı da bu sıra ile artar.) Kadınların, ellerinden ve yüzlerinden başka, bütün vücûdlarını, bacaklarını, kollarını, saçlarını yabancı erkeklere ve kâfir kadınlara göstermemeleri dört mezhebde de farzdır. Şâfi’îde, yüzlerini de göstermemeleri farzdır. Kendileri ve babaları veyâ kocaları buna ehemmiyyet vermezse, kâfir olurlar. Oğlanların, baldırları, bacakları açık, kızların da, başları, kolları açık oyun oynamaları ve bunları seyr etmek, büyük günâhdır. Müslimân, serbest zemânlarını oyun ile, fâidesiz şeylerle ziyân etmemeli, ilm öğrenmekle, nemâz kılmakla kıymetlendirmelidir. (Kimyâ-i se’âdet)de diyor ki, (Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile örtülü çıkmaları da harâmdır. Böyle çıkmalarına izn veren, râzı olan, beğenen anası, babası, zevci ve kardeşi de, onun günâhına ve azâbına ortak olurlar.) Ya’nî, Cehennemde birlikde yanacaklardır. Eğer tevbe ederlerse, afv olunur, yakılmazlar. Allahü teâlâ tevbe edenleri sever. Kadınların örtünmeleri, (Fâideli Bilgiler)de 284 de uzun yazılıdır.
ÖNSÖZ
Allahü teâlâ, insanların dünyâda ve âhıretde mes’ûd olmaları,râhat ve huzûr içinde bulunmaları ve gönüllerini birleşdirip, kar- deşçe yaşamaları ve kendine kulluk vazîfelerini nasıl yapacakları- nı bildirmek için, onlara Peygamberler gönderdi “aleyhimüsse- lâm”. İnsanların, her bakımdan en üstünleri olan bu seçilmiş zât- lar vâsıtası ile kullarına en iyi yaşama yollarını bildirdi. Peygam- berlerinin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” en üstünü ve sonun- cusu olan Muhammed aleyhisselâmın, dünyânın her yerinde, kı- yâmete kadar gelecek olan bütün insanların Peygamberi olduğu- nu bildirdi. Allahü teâlâ, çok sevdiği bu Peygamberine melek ile,yirmiüç senede gönderdiği (Kur’ân-ı kerîm) adındaki büyük kitâ- bında, emrlerini ve yasaklarını bildirdi. Kur’ân-ı kerîm, arabca ol- duğu için ve çok ince bilgileri ve aklın eremiyeceği şeyleri anlat- dığı için, Muhammed aleyhisselâm, bu kitâbın hepsini, başındansonuna kadar, Eshâbına “aleyhimürrıdvân” açıkladı. (Kur’ân-ıkerîmi benim anlatdığımdan başka dürlü açıklayan kâfir olur) de- di. İslâm âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” , Peygamberimizin“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yapdığı açıklamaları, Eshâb-ıkirâmdan işitip, herkesin anlıyabileceği gibi genişletdiler ve Tef- sîr kitâblarına yazdılar. Bu âlimlere, Ehl-i sünnet âlimleri denir.Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ”, Kur’ân-ı ke- rîmin açıklamalarından ve ayrıca Peygamberimizin “sallallahüteâlâ aleyhi ve sellem” (Hadîs-i şerîf) denilen sözlerinden derliye- rek yazdıkları din kitâblarına (ilm-i hâl) kitâbları denir. Allahüteâlânın, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği (İslâm dîni)ni doğru, sağlamöğrenmek istiyenlerin, bu ilmihâl kitâblarını okumaları lâzımdır.
Şimdi sunduğumuz (Cennet Yolu) ilmihâlinin asl ismi (Miftâh- ul Cennet), ya’nî, Cennet kapısının anahtarıdır. Hicrî kamerî 885[m. 1480] senesinde Edirnede vefât etmiş olan Muhammed binKutbüddîn-i İznikî “rahime-hullahü teâlâ” yazmışdır.Derin İslâm âlimi, seyyid Abdülhakîm Efendi “rahime-hulla- hü teâlâ”, ((Miftâh-ul Cennet) ilm-i hâlinin yazarı sâlih bir zâtimiş. Okuyanlara fâideli olur) buyurmuşdur. Bunun için, bu kitâbı neşr ediyoruz. Birkaç yerine yapılan açıklamalar bir köşeli pa- rantez [ ] içine konuldu. Bu açıklamalar, başka kitâblardan seçerekeklenmişdir. Bunların hiçbiri şahsî düşünceler değildir. Allahü teâ- lâ, hepimizi, pusuda bekliyen islâm düşmanlarının ve müslimân is- mini taşıyan, hattâ din adamı geçinen sapıkların, mezhebsizlerin,dinde reformcuların tuzaklarına düşerek, bölünmekden, parçalan- makdan korusun! Hepimizi, sevgili Peygamberinin “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” yolunda, izinde bulunan (Ehl-i sünnet) mezhe- binde birleşdirsin! Birbirlerimiz ile sevişmemizi, yardımlaşmamızınasîb eylesin! Âmîn.
[İnsan, bir iş yapacağı zemân, evvelâ kalbine bir hatara [fikr,düşünce] gelir. Bunu yapmak ister. Bu isteğine (Niyyet) denir. Buişi yapmaları için uzvlarına [organlarına] emr eder. Emr vermesi- ne (Kasd, teşebbüs) denir. Uzvların iş yapmalarına (Kesb) denir.Kalbin yapdığı işlere (ahlâk) [huy] denir. Kalbe hatara altı yerdengelir: Allahü teâlâdan gelen hataralara (Vahy) denir. Vahy, yal- nız Peygamberlerin kalblerine gelir. Meleklerin getirdikleri hata- ralara (İlhâm) denir. İlhâm Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtüvetteslîmât” ve sâlih müslimânların kalblerine gelir. Sâlih müsli- mânların verdikleri hataralara (Nasîhat) denir. Vahy, ilhâm venasîhat, dâimâ iyi ve fâidelidir. Şeytândan gelen hataralara (Ves- vese), insanın kendi nefsinden gelen hataralara (Hevâ), kötü ar- kadaşın telkîn etdiği [aşıladığı] hataralara (İgfâl) denir. Nasîhather insana verilir. Vesvese ve hevâ, kâfirlerin ve fâsık müslimân- ların kalblerine gelir. İkisi de, fenâ [kötü] ve zararlıdır. Allahü te- âlânın râzı olduğu, beğendiği şeylere (İyi) denir. Beğenmedikle- rine (Fenâ) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, iyi vefenâ şeyleri (Kur’ân-ı kerîm)de bildirmişdir. İyileri yapmağı emretmiş, fenâları yasaklamışdır. Bu emr ve yasaklara (Ahkâm-ı islâ- miyye) denir. Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlarına ve akla tâbi’olup, ahkâm-ı islâmiyyeye uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâdave âhıretde se’âdete, huzûra kavuşur. Fenâ kimselerin, zındıkla- rın igfâl edici, aldatıcı sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytâna uyup,ahkâm-ı islâmiyyeye uymayan kalb, kararır, bozulur. Nûrlu, te- miz kalb, ahkâm-ı islâmiyyeye uymağı sever. Kararmış kalb, kö- tü arkadaşa, nefse, şeytâna uymağı sever. Allahü teâlâ, çok mer- hametli olduğu için, dünyânın her yerinde yeni doğan çocuklarınkalblerini temiz olarak yaratmakdadır. Bunları, sonra anaları, ba- baları ve fenâ arkadaşları karartmakda, kendileri gibi yapmakda- dır.]
CENNET YOLU İLMİHÂLİ
El-hamdü lillâhillezî cealenâ minet-tâlibîne ve lil-ilmi minerrâgıbîne ves-salâtü ves-selâmü alâ Muhammedinil lezî erselehü rahmeten lil-âlemîne ve alâ Âlihi ve Eshâbihi ecma’în.
İSLÂMİYYET
ALLAH VARDIR VE BİRDİR
[Allahü teâlâ, bütün varlıkları yaratdı. Herşey yok idi. Yalnız Allahü teâlâ var idi. O hep vardır. Sonradan var olmuş değildir. Önceden yok olsaydı, Onu var eden bir kuvvetin bulunması lâzım olurdu. Çünki, var olmayan bir şeyi yaratacak kuvvet olmazsa, o şey hep yok olur, var olamaz. Onu yaratan kuvvet sâhibi hep varidi ise, işte Allahü teâlâ bu kuvvet sâhibi olan sonsuz varlıkdır. Yok eğer, bu yaratıcı kuvvet sâhibi de, sonradan var olmuşdur denirse, bunu da var edenin bulunması lâzım olur. Böylece, sonsuz sayıda var edicilerin bulunması lâzım olur. Bu ise, var edicilerin bir başlangıcının bulunmaması demekdir. İlk var edicinin bulunmaması, bunun var edeceklerinin de bulunmaması demek olur. Varedici var olmayınca, yokdan var edilmiş olan bu gördüğümüz veyâ işitdiğimiz madde ve rûh âleminin de bulunmaması lâzım olur. Maddeler ve rûhlar var oldukları için, bunların yalnız bir yaratıcı- larının da bulunması ve hep var olması lâzımdır.
Allahü teâlâ, herşeyin yapı maddesi olan basît cismleri ve rûhları ve melekleri önce yaratdı. Basît cismlere şimdi element deni- yor. Bugün, yüz beş çeşid elementin var olduğu biliniyor. Allahü teâlâ, her maddeyi, her cismi bu yüz beş elementden yaratmış ve hep yaratmakdadır. Demir, kükürt, karbon, oksigen gazı, klor gazı birer elementdir. Allahü teâlâ bu elementleri kaç milyon seneönce yaratmış olduğunu bildirmedi. Bunlardan meydâna gelen, yerleri, gökleri ve canlıları da, ne zemân yaratmağa başladığını bil- dirmedi. Canlı, cansız herşeyin belli bir ömrü vardır. Zemânı gelin- ce yaratmakda, ömrü bitince yok etmekdedir. Birşeyi yokdan varetdiği gibi, birşeyden, yavaş yavaş veyâ birden bire başka birşeyi yapmakda, birincisi yok olmakda, yenisi var olmakdadır.
Allahü teâlâ, ilk insanı, cansız maddelerden ve rûhdan mey4dâna getirdi. Bundan önce, hiç insan yokdu. Hayvânlar, otlar, cin ve melekler, bu ilk insandan dahâ önce yaratıldı. Bu ilk insanın is- mi, Âdem “aleyhissalâtü vesselâm” idi. Bundan, Havvâ isminde bir kadın da yaratdı. Bütün insanlar, bu ikisinden üredi. Her hayvândan da kendi cinsleri türedi. Canlı ve cansız her şeyin her zemân değişdiğini görüyoruz. Kadîm olan şey ise, hiç değişmez. Fizik olaylarında, maddelerin hâlleri, şeklleri değişiyor. Kimyâ reaksiyonlarında özü, yapıları değişiyor. Cismler yok olup, başka cismler hâsıl oluyor. Çekirdek olaylarında, element de yok oluyor, enerjiye dönüyor. Her şeyin birbirinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelemez. Yokdan var edilmiş olan ilk maddelerden hâsıl olmaları lâzımdır. Çünki sonsuz, başlangıcı yok demekdir.
İslâm düşmanları, müslimânların çocuklarını aldatmak için, fen adamı şekline giriyorlar. İnsanlar maymundan yaratıldı diyorlar. Darwin ismindeki İngiliz doktoru böyle söyledi diyorlar. Bunlar yalan söylüyorlar. Darwin böyle bir şey söylemedi. Canlılar arasında hayât mücâdelesini anlatdı. (Nev’lerin menşei) ismindeki kitâbında, canlıların muhîte uyduklarını, bunun için, ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. Bir cins, başka cinse döner demedi. İngiliz ilm birliğinin 1980 senesinde Salfordda düzenlediği toplantıda Swansea Üniversitesi öğretim üyesi Prof.John Durant: “Darwinin insanın menşei ile ilgili görüşleri, modern bir efsâne oldu. Bu efsâne ilmî ve içtimâî gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi. Tekâmül masalları, ilmî araştırmala rüzerinde tahrîb edici te’sîr yapdı. Tahrîfâta, lüzûmsuz münâkaşalara ve ilmin büyük ölçüde sûistimâllerine yol açdı. Şimdi Darwinin teorisi, dikiş yerlerinden patlamış, geriye perîşân ve bozuk bir düşünce yığını bırakmışdır” dedi. Prof. Durantın vatandaşı hak- kında söylediği bu sözler, Darwincilere ilm adına verilen en enteresan cevâblardan biridir. Günümüzde tekâmül teorisinin değişik kültür seviyesindeki insanlara anlatılmak istenmesinin asıl sebebi ideolojikdir. İlmî değildir. Bu teori materyalist felsefenin telkîni için bir vâsıta olarak kullanılmakdadır. İnsan, maymun- dan oldu sözü, ilmî bir söz değildir. Fennî bir söz de hiç değildir.Darwinin sözü de değildir. İlmden, fenden haberi olmıyan câhilislâm düşmanlarının yalanlarıdır. İlm adamı, fen adamı, böyle câhilce, saçma söz söyliyemez. Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete ya’nî zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilm dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilm adamı, fen adamı olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını, ilm ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cem’ıyyetiçin zararlı, alçak, hâin bir mikrop olur. Onun diploması, etiketi, mevkı’i, bir gösteriş, gençleri avlıyan bir tuzak olur. Yalanlarını, iftirâlarını, ilm ve fen olarak saçan fen taklîdcilerine, (Fenyobazı) denir. Bu fen yobazlarına aldanmamalıdır.
Allahü teâlâ, insanların dünyâda râhat, huzûr içinde yaşamalarını, âhıretde de sonsuz se’âdete kavuşmalarını istiyor. Bunun için, se’âdete sebeb olan fâideli şeyleri emr etdi. Felâkete sebeb olan, zararlı şeyleri yasak etdi. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın, inanma- sın, herhangi bir kimse, bilerek veyâ bilmiyerek, ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uyduğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Fâideli ilâcı kullanan herkesin, derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz, îmânsız, çok kimsenin ve milletlerin, birçok işlerinde muvaffak olmaları, Kur’ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalışdıkları içindir. Kur’ân-ı kerîme uyarak, âhıretde sonsuz se’âdete kavuşabilmek için ise, buna, inanarak, uymak lâzımdır.
Allahü teâlânın birinci emri (Îmân) etmekdir. Birinci yasak etdiği şey de (Küfr)dür. Îmân demek, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın son Peygamberi olduğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, Ona emrlerini ve yasaklarını arabî olarak (Vahy) etmişdir. Ya’nî bir melek vâsıtası ile bildirmiş, O da bunların hepsini insanlara anlatmışdır. Allahü teâlânın arabî olarak, bir melek ile bildirdiklerine (Kur’ân-ı kerîm) denir. Kur’ân-ı kerîmin hepsi yazılı kitâba (Mıshaf) denir. Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. ALLAH kelâmıdır. Hiç bir insan öyle düzgün söyliyemez. Kur’ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine (İslâmiyyet) denir. Hepsine kalb ile inanan insana (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Birini bile beğenmemeğe, îmânsızlık, ya’nî (Küfr) [Allaha düşman olmak] denir. Kıyâmete, cinnin, meleklerin var olduklarına, Âdem Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm”, bütün insanların babası olduğuna ve ilk Peygamber olduğuna inanmak, yalnız kalb ile olur.Bunlara, (Îmân), (İ’tikâd) ve (Akâid) bilgileri denir. Beden ile ve kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeylere ise, hem inanmak, hem de yapmak veyâ sakınmak lâzımdır. Bunlara (Ahkâm-ı islâmiyye) bilgileri denir. Bunlara inanmak da, îmân olur. Bunları yapmak ve sakınmak, (İbâdet) olur. Niyyet ederek ahkâm-ı islâmiyyeye uymağa(İbâdet) yapmak denir. Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına(Ahkâm-ı islâmiyye) ve (Ahkâm-ı ilâhiyye) denir. Emr edilenlere(Farz), yasak edilenlere (Harâm) denir. Görülüyor ki, ibâdetlerin, vazîfe olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen (Kâfir) [Allaha düşman] olur. Bunlara inanıp da, yapmıyan kâfir olmaz. Buna (Fâsık) denir. İslâm bilgilerine îmân edip de, elinden geldiği kadar yapan mü’mine, (Sâlih müslimân) [iyi insan] denir. Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için, islâmiyyete uyan ve bir mürşidi seven müslimâna (Sâlih) [iyi insan] denir. Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmış olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Başkalarının da, bu sevgiyi kazanmalarına vâsıta olan Velîye (Mürşid)denir. Bu mubârek, seçilmiş insanların hepsine (Sâdık) denir. Bunların hepsi sâlihdir. Sâlih mü’min Cehenneme hiç gitmiyecekdir. Kâfir, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Cehennemden hiç çıkmıyacak, sonsuz azâb görecekdir. Kâfir îmân ederse, bütün günâhları hemen afv olur. Fâsık, tevbe edip, ibâdetleri yapmağa başlarsa, Cehenneme girmiyecek, sâlih mü’min gibi, doğru Cennete gidecekdir. Tevbe etmezse, yâ şefâ’at ile veyâ sebebsiz afv olup, doğru Cennete gidecek, yâhud Cehennemde günâhları kadar yandık- dan sonra, Cennete girecekdir.
Kur’ân-ı kerîm, o zemân ki insanların konuşduğu arabî gramere uygun olarak gelmişdir ve nazm hâlindedir. Ya’nî, şi’r gibi, düzgündür. Arabî lisânının incelikleri ile doludur. Bedi’, Beyân, Me’ânî ve Belâgat ilmlerinin bütün inceliklerine uygundur. Bununiçin anlaması çok güçdür. Arabî lisânının inceliklerini bilmiyen kimse, arabî okuyup yazsa bile, Kur’ân-ı kerîmi iyi anlıyamaz. Bu incelikleri bilenler bile anlıyamamış, çok yerlerini, Peygamber efendimiz açıklamışdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”bu açıklamalarına (Hadîs-i şerîf) denir. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în, Peygamberimizden “sallallahü teâlâaleyhi ve sellem” işitip öğrendiklerini, gençlere bildirmişlerdir. Zemân geçdikce kalbler kararmış, hele yeni müslimân olanlar, Kur’ân-ı kerîmden, kendi noksan aklları ve kısa görüşleri ile ma’nâ çıkarmağa kalkışmışlar, Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymıyan şeyler anlamışlardır. İslâm düşmanları da, bu bölünmeyi, parçalanmağı körüklemiş, böylece, yetmiş iki dürlü bozuk, sapık inanış meydâna gelmişdir. Böyle sapık inanan müslimânlara(Bid’at ehli) veyâ (Dalâlet ehli) denir. Yetmiş iki bid’at fırkasından olanların hepsi, muhakkak Cehenneme girecek, fekat mü’min oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete gireceklerdir. İnanışı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilmiş bir bilgiye uymaz ise, bunun îmânı gider. Buna(Mülhid) denir. Mülhid, kendini müslimân sanır.
İ’tikâd bilgilerini, ya’nî inanılması lâzım olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” doğru olarak öğrenip, kitâblara yazan islâm âlimlerine, (Ehl-i sünnet)âlimleri denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bunlar,dört mezhebin birinde ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlerdir. Bu âlimler, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, kendi aklları ile, kendi görüşleri ile anlamağa kalkışmamış, yalnız Eshâb-ı kirâm- dan öğrendiklerine inanmışlardır. Kendi anladıklarına uymamışlar, Peygamberimizin bildirdiği doğru yolu yaymışlardır. Osmânlı devleti müslimân idi ve Ehl-i sünnet i’tikâdında idi.
Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ve birçok kıymetli kitâblar yazıyor ki, dünyâda ve âhıretde felâketlerden kurtulmak ve râhat, mes’ûd yaşamak için önce Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi îmân etmek, ya’nî öğrenmek ve hepsine inanmak lâzımdır. Ehl-i sünnet i’tikâ- dında olmıyan kimse, yâ (Bid’at ehli), ya’nî sapık müslimân olur. Yâhud (Mülhid), ya’nî kâfir olur. Îmânı, ya’nî i’tikâdı doğru olan mü’minin ikinci vazîfesi, sâlih olmakdır. Ya’nî, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmakdır. Bunun için, kalb ile ve beden ile yapılması ve sakınılması emr olunan islâm bilgilerini öğrenip, bunlara uygun yaşamak lâzımdır. Ya’nî ibâdet yapmakdır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ibâdet bilgilerini anlatırken dörde ayrıldılar. Dört (Mezheb) meydâna geldi. Ayrılıkları az ve mühim olmıyan işlerde olduğu için ve îmânlarında birleşdikleri için, birbirlerini sever ve sayarlar. Her müslimânın bu dört mezhebden birine göre ibâdet yapması lâzımdır. Bu dört mezhebden birine uymıyan kimsenin Ehl-i sünnetden ayrılmış olacağı Tahtâvînin (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesi Zebâyıh kısmında yazılıdır.
Harbde esîr alınan herhangi bir kâfir veyâ sulh zemânında,bir kâfir, ben müslimân oldum deyince, buna inanılır. Fekat, bunun (Îmânın altı şartı)nı hemen öğrenmesi ve inanması lâzımdır.Sonra farzları ve harâmları, sırası gelince ve imkân bulunca, he- men öğrenmesi ve öğrendiklerine uyması lâzımdır. Öğrenmezse veyâ öğrendiklerinden birine dahî ehemmiyyet vermeyip, yapmazsa, Allahü teâlânın dînine ehemmiyyet vermemiş olur. Îmânı yok olur. Böyle îmânı giden kimseye (Mürted) denir. Mürtedlerden din adamı şekline girip, müslimânları aldatanlara (Zındık) denir. Zındıklara, bunların yalanlarına aldanmamalıdır. Bir kimse, dünyâ çıkarlarında aldanmayıp, lâkin islâmı vasf ve te’akkul etmiyerek, müslimânlığı bilmiyerek bâliğ olmuş ise, bunun mürted hükmünde olacağı, (Siyer-i Kebîr şerhi) tercemesinin yüzonaltıncı sahîfesinde ve (Dürr-ül-muhtâr)da, kâfirin nikâhı sonunda yazılıdır. (Dürr-ül-muhtâr)da, kâfirin nikâhı sonunda diyor ki, nikâhlı müslimân bir kız, bâliga olduğu zemân, müsli- mânlığı bilmezse, nikâhı bozulur. [Ya’nî mürted olur.] Allahü teâlânın sıfatlarını ona bildirmelidir. O da, tekrâr etmeli ve bunlara inandım demelidir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, bunu açıklarken diyor ki, (Kız küçük iken, anasına babasına tâbi’ olarak müslimândır. Bâliga olunca, anasının babasının dînine tâbi’olması devâm etmez. İslâmiyyeti bilmeyerek bâliga olunca, mürted olur. Îmân edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhîd söylese, ya’nî (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) dese, müslimân olmaz. (Âmentü billâhi...) de bulunan altı şeye inanan ve Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını kabûl etdimdiyen kimse, müslimân olur). Buradan anlaşılıyor ki, her müslimânın, çocuklarına (Âmentü billâhi ve Melâiketihi ve Kütübihive Rüsülihi vel Yevmil-âhiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihi minallâhi teâlâ vel-bâ’sü ba’delmevti hakkun Eşhedü en Lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühu) ezberletmeli, ma’nâsını iyice öğretmelidir. Çocuk bu altı şeyi ve islâmiyyetin emrlerinden ve yasaklarından birisini öğrenmez ve inan- dığını söylemezse, bâlig olduğu zemân müslimân olmaz, mürtedolur. Bu altı şey üzerinde, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında geniş bilgi vardır. Her müslimânın bu kitâbı okuyup ve çocukları- na okutup, îmânlarını kuvvetlendirmeleri ve bütün tanıdıklarının okumaları için çok gayret etmesi lâzımdır. Bunun için, çocuklarımızın mürted yetişmemesi için çok dikkat etmeliyiz. Onlara, dahâküçük yaşda, îmânı, islâmı, abdesti, guslü, nemâzı öğretmeliyiz! Ananın babanın birinci vazîfesi, evlâdını müslimân olarak yetişdirmekdir.
(Dürer ve Gurer)de diyor ki, (Mürted olan erkeğe müslimân ol denir. Şübhe etdiği şey anlatılır. Zemân isterse, üç gün habsolunur. Tevbe ederse kabûl edilir. Tevbe etmezse, hâkim tarafından öldürülür. Mürted olan kadın öldürülmez. Müslimân oluncaya kadar habs olunur. Dâr-ül-harbe kaçarsa, Dâr-ül-harbde câriye olmaz. Esîr alınırsa câriye olur. Mürted olunca, nikâh fesholur. Bütün malları mülkünden çıkar. Tekrâr müslimân olursa, tekrâr mülkü olurlar. Ölünce veyâ Dar-ül-harbe kaçınca [veyâDâr-ül-harbde mürted olunca] müslimân vârisine kalır. [Vârisiyoksa, Beyt-ül-mâldan hakkı olanların olur.] Mürted mürtede vâris olamaz. Mürted iken kazandıkları mülkü olmaz. Müslimânlara fey olur. Alış veriş ve kirâ sözleşmeleri ve hediyye vermesi bâtıl olur. Tekrâr müslimân olursa, sahîh hâle dönerler. Evvelki ibâdetlerini kazâ etmez. Yalnız, tekrâr hac yapması lâzım olur). Îmândan sonra, ilk öğrenilecek şey, abdest almak, gusl abdesti venemâzdır.
Îmânın altı şartı: Allahü teâlânın var olduğuna ve bir olduğuna ve sıfatlarına inanmak, Meleklere, Peygamberlere, Kitâblara, Âhıretde olan şeylere, Kazâ ve Kadere îmândır. İleride bunları ayrı ayrı açıklıyacağız.
Sözün kısası, kalb ile ve beden ile, islâmiyyetin emrlerine ve ya- saklarına uymalı ve kalb, gafletden uyanık olmalıdır. Kalbi uyanık olmayan [ya’nî Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü ve Cennet ni’metlerini ve Cehennem ateşinin şiddetini hâtırlamayan, düşün- miyen] kimsenin bedeninin islâmiyyete uyması güç olur. Fıkh âlimleri fetvâları bildirirler. Bunların yapılmasını kolaylaşdırmak, ALLAH adamlarının işidir. Bedenin islâmiyyete severek ve kolay uyması için, kalbin temiz olması lâzımdır. Fekat yalnız kalbin temiz olmasına, ahlâkın güzel olmasına ehemmiyyet verip, bedenin islâmiyyete uymasına ehemmiyyet vermiyen kimse, (Mülhid)dir. Bunun nefsinin parlaması ile hâsıl olan [gaybdan haber vermek, hastaları okuyup üfleyip iyi etmek] gibi âdet dışı başarıları (İstidrâc)olup, kendisini ve buna uyanları Cehenneme sürükler. Kalbin te- miz ve nefsin mutmainne [uysal] olduğunun alâmeti, bedenin islâmiyyete seve seve uymasıdır. His organlarını ve bedenini islâmiyyete uydurmıyanların (Kalbim temizdir. Sen kalbe bak!) demeleri boş lâfdır. Böyle söylemekle kendilerini ve etrâfındakileri aldatmakdadırlar.]
ÎMÂNIN SIFATLARI
Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki, îmânın sıfatları altıdır:
ÂMENTÜ BİLLÂHİ: Ben Allahü azîm-üş-şânın varlığına ve birliğine inandım, îmân etdim. Allahü azîm-üş-şân, vardır ve birdir. Şerîki ve nazîri yokdur. (Ortağı ve benzeri yokdur). Mekândan münezzehdir. (Bir yerde değildir).Kemâl sıfatlariyle muttasıfdır. Kemâl sıfatları vardır.Ve noksan sıfatlardan berîdir. Onda bulunmaz. Kemâl sıfatlar, Allahü azîm-üş-şânda bulunur. Noksan sıfatlar, bizlerde bulunur. Bizlerde bulunan noksan sıfatlar, elsizlik ve ayaksızlık ve gözsüzlük ve hastalık ve sağlık, yimek ve içmek ve bunlara benzeyen bir çok şeylerdir. Allahü azîm-üş-şânda bulunan sıfatlar, yer ve gökleri ve havada, sularda, yer yüzünde ve toprak altında yaşamakda olan dürlü mahlûkatı yaratması ve aklımızın erdiği ve aczimiz sebebiyle birçoklarına ermediği, pek çok mahlûkları [yaratıkları] her an varlıkda durdurması ve cümle mahlûkatın rızkını vermesi ve diğer kemâl sıfatlardır. Kâdir-i mutlakdır. Her varlık, Allahü azîm-üş-şânın kemâl sıfatlarından bir eserdir. Allahü azîm-üş-şân hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar, yirmi ikidir. Ve yirmi iki de, muhâl sıfatları vardır. Vâcib, lâzım demekdir. Bu sıfatlar, Allahü azîm-üş-şânda bulu- nur. Muhâl olanlar bulunmaz. Muhâl, vâcibin zıddıdır. Var olamazdemekdir. Allahü azîm-üş-şân hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ınefsiyye birdir: Vücûd, ya’nî var olmakdır. Allahü azîm-üş-şânın var olmasının, naklen delîli, Allahü teâlâ- nın, (İnnenî enellâhü) kavl-i şerîfidir. Aklen delîl ise, bu âlemlerihalk eden [yokdan var eden], bir hâlık [yaratıcı], elbet mevcûddur, elbette vardır. Mevcûd olmamak muhâldir. Sıfât-ı nefsiyye demek; zât, Onsuz ve O, zâtsız tasavvur olunmaz, düşünülemez demekdir.
SIFÂT-I ZÂTİYYE
Allahü azîm-üş-şân hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ızâtiyye beşdir:
Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir.
1- Kıdem, Allahü azîm-üş-şânın varlığının evveli olmamak.
2- Bekâ, Allahü azîm-üş-şânın varlığının âhırı olmamak, bunavâcib-ül-vücûd derler. Naklen delîl, Allahü teâlânın Hadîd sûre- sinde, üçüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl varlığının evveli veâhırı olsa, sonradan var olmuş olup, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz venâkıs olan, başkasını yaratamaz. Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
3- Kıyâm bi-nefsihi, Allahü azîm-üş-şân, zâtında ve sıfatlarında ve ef’âlinde, kimseye muhtâc olmamak. Naklen delîl, Muhammed“aleyhisselâm” sûresinin son âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, bu sıfatlar, Onda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
4- Muhâlefetün lil-havâdis, Allahü azîm-üş-şân zâtında ve sıfatında, kimseye benzememek. Naklen delîl, Allahü teâlânın Şûrâsûresindeki onbirinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl bu sıfatlar, Onda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Al- lahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
5- Vahdâniyyet, Allahü azîm-üş-şânın, zâtında ve sıfatında veef’âlinde şerîki ve nazîri yokdur. Naklen delîl, Allahü teâlânın İh- lâs sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer ortağıolsa, âlem fenâ bulur, yok olurdu. Biri, bir şeyin yaratmasını ve diğeri yaratmamasını dilerdi.
[Âlimlerin çoğuna göre, (Vücûd) ya’nî var olmak da, ayrıca bir sıfatdır. Böylece, (Sıfât-ı zâtiyye) altı olmakdadır].
SIFÂT-I SÜBÛTİYYE
Allahü azîm-üş-şân hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyye sekizdir: Hayât, ilm, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm, tekvîn.
Bu sıfatların ma’nâları budur ki:
1- Hayât, Allahü azîm-üş-şân, diri olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Bekara sûresindeki iki yüz elli beşinci âyet-i kerîmesinin baş kısmıdır. Aklen delîl, Allahü azîm-üş-şân, diri olmasa, bu mahlûkat vücûda gelmezdi.
2- İlm, Allahü azîm-üş-şânın bilmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Haşr sûresindeki yirmiikinci âyet-i kerîmesidir. Aklendelîl, Allahü azîm-üş-şânın bilmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Onun hakkında muhâldir.
3- Sem’, Allahü azîm-üş-şânın işitmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın İsrâ sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, işitmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Al- lahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
4- Basar, Allahü azîm-üş-şânın görmesi olmak. Naklen delîl,Allahü teâlânın yine İsrâ sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, görmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs ol- mak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
5- İrâde, Allahü azîm-üş-şânın dilemesi olmak. Onun dilediğiolur. O dilemezse, hiçbir şey olmaz. Varlıkları dilemiş, yaratmışdır. Naklen delîl, Allahü teâlânın İbrâhîm sûresindeki yirmiyedinciâyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer dilemesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
6- Kudret, Allahü azîm-üş-şânın herşeye gücünün yetmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Âl-i İmrân sûresindeki yüzalt- mışbeşinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer gücü yetmese, âcizve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
7- Kelâm, Allahü azîm-üş-şânın söylemesi olmak. Naklen delîl,Allahü teâlânın Nisâ sûresindeki yüzaltmışdördüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer söylemesi olmasa âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
8- Tekvîn, Allahü azîm-üş-şân hâlıkdır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yokdan var eden Odur. Ondan gayri yaratıcı yokdur. Naklen delîl, Allahü teâlânın Zümer sûresindeki altmış ikinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, yerlerde ve göklerde acâib-i mahlûkatı vardır ve cümlesini yaratan Odur. Ondan başkası için (yaratdı) demek küfr olur. İnsan bir şey yaratamaz.
Allahü azîm-üş-şân hakkında bize bilmesi vâcib olan sıfât-ıma’neviyye, sekizdir. Hayyün, Alîmün, Semî’un, Basîrün, Mürîdün, Kadîrün, Mütekellimün, Mükevvinün.
Bu sıfât-ı şerîflerin ma’nâları budur ki:
1- Hayyün, Allahü azîm-üş-şân, diri olucudur.
2- Semî’un, Allahü azîm-üş-şân, sem’ı kadîmi ile işiticidir.
3- Basîrün, Allahü azîm-üş-şân, görücüdür.
4- Mürîdün, Allahü azîm-üş-şân, irâde-i kadîmi ile dileyicidir.
5- Alîmün, Allahü azîm-üş-şân, ilm-i kadîmi ile bilicidir.
6- Kadîrün, Allahü azîm-üş-şân, kudret-i kadîmesi ile gücü yeticidir.
7- Mütekellimün, Allahü azîm-üş-şân, kelâm-ı kadîmi ile söyleyicidir.
8- Mükevvinün, Allahü teâlâ, herşeyi halk edicidir.
Allahü teâlâ hakkında, muhâl olan sıfatlar, bunların zıddıdır.
VE MELÂİKETİHİ: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın meleklerine inandım, îmân eyledim. Allahü azîm-üş-şânın melekleri var- dır. Onları nûrdan halk etmişdir. Cismdirler. [Burada cism demek, fizik kitâblarında bildirilen cism değildir.] Yimezler ve içmezler. Onlarda erkeklik, dişilik olmaz. Gökden yere inerler ve yerden gö- ğe çıkarlar. Ve bir hâlden bir hâle girerler. Göz açıp yumacak ka- dar, Allahü azîm-üş-şâna âsî olmazlar ve bizim gibi günâh işlemezler. Onların içinde mukarrebler ve Peygamberler vardır.Ve cümlesinin efdali, Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl “aleyhi- müsselâm”dır. Bu dördü cümle meleklerin Peygamberleridir. Veonların her birisini, Allahü azîm-üş-şân, bir hizmete koymuşdur.Kıyâmete kadar, başka bir hizmete nevbet gelmez.
VE KÜTÜBİHİ: Dahî, Allahü azîm-üş-şânın kitâblarına inan- dım, îmân eyledim. Allahü azîm-üş-şânın kitâbları vardır. Kur’ân-ı kerîmde bil- dirilen, yüzdört kitâbdır. Yüzü küçük kitâbdır. Bunlara (suhuf)denir. Ve dördü büyük kitâbdır. Tevrât, hazret-i Mûsâ “aleyhis- selâm”a, Zebûr, hazret-i Dâvüd “aleyhisselâm”a, İncîl, hazreti Îsâ “aleyhisselâm”a, Kur’ân-ı kerîm, bizim Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm”a nâzil olmuşdur. Bugün yehûdîlerin ve hıristiyanların okudukları (Tevrât) ve (İncîl) hakkında (Cevâb Ve- remedi) kitâbımızda geniş bilgi vardır. Yüz suhufdan, on suhufu, hazret-i Âdem “aleyhisselâm”a, elli suhufu, Şit “aleyhisselâm”a, otuz suhufu, İdrîs “aleyhisse- lâm”a, on suhufu, İbrâhîm “aleyhisselâm”a inmişdir. Bunların cümlesini, Cebrâîl “aleyhisselâm” indirmişdir. Cümlesinden sonra, Kur’ân-ı azîm-üş-şân nâzil olmuşdur. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın nüzûlü az az, âyet âyet- yirmiüç senede temâm olmuşdur. Ve hükmü, kıyâmete değin bâkîdir. Nesh olmakdan [geçersiz olmakdan] ve tebdîl ile tahrîfden [insanların değişdirmelerinden]mahfûzdur.
VE RÜSÜLİHİ: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmân eyledim. Allahü teâlânın Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vet teslîmât” vardır. Peygamberlerin hepsi insandır. Evveli Âdem “aleyhisselâm” ve âhırı, bizim Peygamberimiz hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”dir. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmiş ve geçmişdir. Onların sayısını Allahü azîm-üş-şân bilir. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beşdir: Sıdk, Emânet, Teblîg, İsmet, Fetânet.
1- Sıdk, cümle Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,sözlerinde sâdık olurlar. Her sözleri doğrudur.
2- Emânet, Onlar emânete hıyânet etmezler.
3- Teblîg, Onlar, Allahü azîm-üş-şânın emrinin ve nehyinin hepsini bilip, ümmetlerine bildirir ve ulaşdırırlar.
4- İsmet, büyük ve küçük bütün günâhlardan berî olmakdır.Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma’sûm olan, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüsselâm” [Bunlardan başkasına ma’sûm diyen- ler, Şî’îlerdir].
5- Fetânet, Cümle Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslî- mât”, sâir insanlardan dahâ akllı olmakdır.
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” için câiz olan sıfatlar beşdir: Onlar, yirler, içerler, hasta olurlar, ölür, dünyâlarını değişdirirler. Dünyâya muhabbet etmezler. Kur’ân-ı azîm-üş-şânda, ism-i şerîfleri bildirilen yirmisekiz Peygamberdir. Bunları bilmek, herkese vâcibdir dediler. Peygamberlerin ismleri “aleyhimüssalâtü vesselâm”: Âdem, İdrîs, Nûh, Şis [Şit], Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhîm, İsmâ’îl, İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Dâvüd, Süleymân,Yûnüs, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Eyyûb, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim”dir. Üzeyr ve Lokmân ve Zülkarneyn için, ihtilâf olundu. Bunlara ve Hıdır aleyhisselâma âlimlerden kimisi nebîdir, kimisi velîdir, dediler. Mektûbât-ı Ma’sûmiyye C.2, 36.cı mektûbda, Hıdırın Peygamber olduğunu bildiren haberin kuvvetli olduğu yazılıdır. 182.ci mektûbda, Hıdır aleyhisselâmın, insan şeklinde görülmesi ve ba’zı işler yapması,Onun hayâtda olduğunu göstermez. Allahü teâlâ, Onun ve birçok peygamberin ve velînin rûhlarının insan şeklinde görülmesine izin vermişdir. Onları görmek hayâtda olduklarını göstermez demek- dedir. Ve dahî, sana gereken, ilk Peygamber olan hazret-i Âdem“aleyhisselâm” zürriyyetindenim ve âhır zemân Peygamberi Mu- hammed “aleyhissalâtü vesselâm” dîninden ve ümmetindenim, el- hamdülillah, demekdir. Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. Bunun için ve müslimânlara müşrik dedikleri için, kâfir oluyorlar.
VEL-YEVMİL-ÂHIRI: Dahî ben, kıyâmet gününe inandım. Îmân etdim. Çünki, Allahü teâlâ haber vermişdir. Kıyâmet günü, kabrden kalkınca başlar. Cennete veyâ Cehenneme gidinceye kadar devâm eder. Cümlemiz ölüp yine dirilsek gerekdir. Cennet ve Cehennem ve mîzân [Terâzî] ve sırât köprüsü, haşr [toplanmak] ve neşr [Cennete ve Cehenneme dağılmak], kabr azâbı, münker venekîr adındaki iki meleğin kabrde süâli hakdır. Ve olacakdır.
VE BİL-KADER-İ HAYRİHİ VE ŞERRİHİ MİNALLAHİTEÂLÂ: Dahî hayr ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesi, Allahü azîm-üş-şânın takdîriyle, ya’nî ezelde bilmesi ve dilemesi ve vaktleri gelince yaratması ile ve levh-il mahfûza yazmasiyle olduğuna inandım, îmân eyledim. Kalbimde, aslâ şek ve şübhe yokdur. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh. Ve dahî, i’tikâdda [ya’nî inanılacak şeylerde] mezhebim, (Ehl-isünnet ve cemâ’at) mezhebidir. Ben bu mezhebdenim. Diğer yet- mişiki fırkanın inançları yanlışdır, bozukdur. Cehenneme gideceklerdir. [Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsini sevenlere (Ehl-isünnet) denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi âlim ve âdil idi. İnsanların efendisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde, hizmetinde bulunmuşlar ve Ona yardımcı olmuşlardır. En az sohbetde bulu- nanı bile, Eshâb-ı kirâmdan olmıyan en yüksek Velîden dahâ yüksekdir. O islâm güneşinin, O Allahü teâlânın habîbinin bir sohbetinde, bir teveccühünde hâsıl olan hâller, o mubârek nefesleri ve nazarları te’sîri ile zuhûr eden kemâller, o huzûra, o yakınlık se’âdetine kavuşamıyanlara nasîb olmamışdır. Eshâb-ı kirâmınhepsi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dahâ ilk sohbetde, nefslerine uymakdan kurtulmuşlardır. Hepsini sevmekle emrolunduk. (Şir’atül İslâm) şerhinin ilk sahîfelerinde: (Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin hakkında, mümkin olduğu kadar, iyi söyleyiniz, onların hiç birine sakın dil uzatmayınız) diye yazıyor. Yetmiş iki fırkaya gelince: Kimi ifrâta vararak, taşkınlık yapdı, kimi tefrîte düşerek haklarını vermedi, kimi akla güvendi, kimi felsefeye ve eski yunan felsefecilerine aldandı. Böylece dîni islâmda olmıyan, hattâ yasak olan şeyleri yapdılar. Bid’ate sarıldılar. Sünneti, ya’nî islâmiyyeti bırakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazreti Ömer “radıyallahü anhümâ” gibi, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” icmâ’ ile en üstünü olanlarını, hattâ Peygamber efendimizi “aleyhisselâm” çekemiyenler zuhûr etdi. Peygamber efendimizin mi’râca, cesedi ve rûhu birlikde olarak götürüldüğünü in- kâr edenler türedi.
Çok şaşılır ki, zemânımızda da islâm âlimi olarak tanınan, fekat yetmiş iki fırkanın en zararlısı (İsmâ’îliyye) ağzı ile konuşan zevallılar görülmekdedir. Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” annelerinin ve babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” nübüvveti teblîgden önce putlara kurban kesdiğini söyleyerek, vesîka olarak da ba’zı şî’î kitâblarını göstererek ve bunlar gibi nice yıkıcı yazılarla temiz gençleri aldatmağa, zehrlemeğe çalışmakdadırlar. Böylece bozguncuların maksadı; islâm dînini baltalamak, gençlerin îmânını çalmak, onlara küfrü bulaşdırmak olduğu açıkça anlaşılmakdadır. Hadîs-işerîfde: (Kur’ân-ı kerîme kendi aklı ile ma’nâ veren kâfir olur),buyuruldu. Din âlimleri edebli idi. Dikkatli konuşurlardı ve ya- zarlardı. Yanlış bir şey söylemiyeyim diye, çok düşünürlerdi. Uluorta konuşmak, islâmiyyeti (Edille-i şer’ıyye)den, ya’nî dört anakaynakdan alarak değil de, kendi yanlış görüşleri ile ve bozuk düşünceleri ile anlatmağa kalkışmak, değil bir islâm âliminin, herhangi bir müslimânın bile yapacağı şey değildir. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüğünü anlamayan câhillerin, i’tikâdı zedeliyen yıkıcı sözlerini ve yazılarını öldürücü zehr bilmeliyiz.
Fârisî mısra’ tercemesi:
Îmânıma saldıracaklarından söğüt yaprağı gibi titriyorum.
Allahü teâlâ, kalblerimizde, sevdiklerinin sevgisini artdırsın.
Düşmanlarını sevmek felâketine düşürmesin! Bir kalbde îmân bulunduğuna alâmet, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekdir.]
Amelde mezheb dörtdür: İmâm-ı a’zam, imâm-ı Şâfi’î, imâm-ıMâlik, imâm-ı Ahmed bin Hanbelin “rahmetullahi aleyhim” mezhebleri.
Bu dört mezhebden, her hangi birini taklîd etmek lâzımdır.Dördünün mezhebi de hakdır, doğrudur. Dördü de Ehl-i sünnetdir. Biz, İmâm-ı a’zam mezhebindeniz. Bu mezhebde olanlara(Hanefî) denir. İmâm-ı a’zam mezhebi savâbdır, doğrudur. Hatâolmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezheb hatâdır. Savâb olmakihtimâli de vardır deriz.
Ve dahî, îmânın, bizde bâkî kalıp çıkmamasının şartı ve sebebi altıdır:
1- Biz gâibe îmân eyledik. Bizim îmânımız gâibedir, zâhire değildir. Zîrâ biz, Allahü azîm-üş-şânı, gözümüzle göremedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân etdik. Bundan aslâ şübhemiz yokdur.
2- Yerde ve gökde, insanda ve cinde ve meleklerde ve Peygamberlerde “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, gâibi bilen yokdur. Gâibi ancak Allahü azîm-üş-şân bilir ve dilediklerini dilediklerine bildirir. [Gâib demek, duygu organları ile veyâ hesâb, tecribe ile anlaşılmıyan demekdir. Gâibi ancak Onun bildirdikleri bilir.]
3- Harâmı harâm bilip, i’tikâd etmek.
4- Halâlı halâl bilip, böyle i’tikâd etmek.
5- Allahü azîm-üş-şânın azâbından emîn olmayıp, dâimâ korkmak.
6- Her ne kadar günâhkâr olsa da, Allahü azîm-üş-şânın rahme- tinden ümmîd kesmemek.
Bu altı şeyden birisi, bir kimsede bulunmasa da, beşi bulunsa, yâhud birisi bulunsa da, beşi bulunmasa, o kimsenin îmânı ve islâmı sahîh değildir. Şimdi îmânı olduğu hâlde, ileride îmânının gitmesine sebebolan şeyler kırk [40] kadardır:
1- Bid’at sâhibi olmak. Ya’nî i’tikâdı bozuk olmak. [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru i’tikâddan çok az da olsa ayrılan, sapık veyâ kâfir olur. İnanması zarûrî olan şeye inanmazsa, hemen kâfir olur. İnanması zarûrî olmayan şeyi inkâr etmek (Bid’at) veyâ(Dalâlet) olur. Son nefesde îmânsız gitmeğe sebeb olur.]
2- Za’îf îmân, ya’nî amelsiz îmân.
3- Dokuz a’zâsını doğru yoldan çıkarmak.
4- Büyük günâh işlemeğe devâm etmek. [Bunun için, içki içmemeli, müslimân hanımları ve kızları, baş, saç, baldır ve bileklerini yabancı erkeklere göstermemelidir.]
5- Ni’met-i islâma şükrünü kesmek.
6- Âhırete îmânsız gitmekden korkmamak.
7- Zulm etmek.
8- Sünnet üzere okunan ezân-ı Muhammedîyi dinlememek.[Böyle okunan ezâna kıymet vermezse hemen kâfir olur.]
9- Anaya babaya âsî olmak. Onların islâmiyyete uygun olan,mubâh olan emrlerini sert sözle red etmek.
10- Doğru olsa bile, çok yemîn etmek.
11- Nemâzda, rükû’da, kavmede, iki secdede ve celsede, ta’dîl-ierkânı terk etmek. Ta’dîl-i erkân, tumânînet ile, ya’nî hiç hareketetmeden sübhânallah diyecek kadar durmakdır.
12- Nemâzı ehemmiyyetsiz sanıp, öğrenmesine ve çoluk çocu- ğuna öğretmeğe ehemmiyyet [önem] vermemek ve nemâz kılanlara mâni’ olmak.
13- Hamr [şerâb] ve fazlası serhoş eden her içkiyi, az da olsa, iç- mek. [Bira içmek de harâmdır.]
14- Mü’minlere eziyyet etmek.
15- Yalan yere evliyâlık ve din bilgisi satmak. Ehl-i sünnet bil- gilerini öğrenmeyip, kendini din adamı, vâiz olarak tanıtmak.[Böyle yalancıların yazdıkları uydurma din kitâblarını okumamalı- dır. Va’z ve nutklarını dinlememelidir.]
16- Günâhını unutmak, küçük görmek.
17- Kibrli olmak, ya’nî kendisini beğenmek.
18- Ucb, ya’nî ilm ve amelim çokdur demek.
19- Münâfıklık, iki yüzlülük.
20- Hased etmek, din kardeşini çekememek.
21- Hükûmetin ve üstâdının islâmiyyete muhâlif olmayan sözü- nü yapmamak. Muhâlif olan emrlerine karşı gelmek.
22- Bir kimseyi tecribe etmeden, iyi demek.
23- Yalanda ısrâr etmek.
24- Ulemâdan kaçmak. [Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumamak.]
25- Bıyıklarını sünnet mikdârından ziyâde fazla uzatmak.
26- Erkekler ipek giymek. Sun’î ipek ve atkısı ipek, çözgüsü pamuk olan câizdir.
27- Gîbet etmekde ısrâr etmek.
28- Kâfir de olsa, komşusuna eziyyet etmek.
29- Dünyâ umûru için, çok gazaba gelmek, sinirlenmek.
30- Ribâ, fâiz almak ve vermek.
31- Öğünmek için elbisesinin kollarını ve eteklerini fazla uzatmak.
32- Sihrbazlık, büyü yapmak.
33- Müslimân ve sâlih olan mahrem akrabâyı ziyâreti terk etmek.
34- Allahü teâlânın sevdiği kimseyi sevmemek ve islâmiyyeti bozmak için uğraşanları sevmek.
35- Mü’min kardeşine üç günden fazla kin tutmak.
36- Zinâya devâm etmek.
37- Livâtada bulunup, tevbe etmemek. Livâta, zekeri başkasının dübürüne sokmakdır. Erkeklerin idrâr çıkan yerine zeker, kadınların yerine ferc denir.
38- Ezânı fıkh kitâblarının bildirdikleri vaktlerde ve sünnete uygun okumamak ve sünnete uygun okunan ezânı işitince saygı göstermemek.
39- Münkeri (harâm) işliyeni görüp de, gücü yetdiği hâlde, tatlı dil ile nehy [ya’nî men’] etmemek.
40- Karısının, kızının ve nasîhat vermek hakkına sâhib olduğu kadınların başı, kolları, bacakları açık, süslü, kokulu sokağa çıkmasına ve kötülerle görüşmesine râzı olmak.
Peygamberlerin Allahü azîm-üş-şândan getirdiği şeyleri, dil ile ikrâr ve kalb ile tasdîk etmeğe (îmân) denir. Muhammed aleyhis-selâma îmân etmeğe ve bildirdikleri ile amel etmeğe (İslâmiyyet) denir.
Ve dahî, Din ve Millet, ikisi birdir. Peygamberlerin Allahü azîm-üş-şândan i’tikâda, ya’nî inanmağa müteallik getirdiği şeylere din ve millet denir.
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hak teâlâdan amele, işe müteallik getirdiği şeylere, (İslâmiyyet) veyâ (ahkâm-ı islâmiyye) denir.
Ve dahî, îmân-ı icmâlî, ya’nî kısaca inanmak kâfîdir. Tafsîl etmek, îmânı uzun bilmek lâzım değildir. Mukallidin, anlamadan inananın îmânı sahîhdir. Ve ba’zı yerlerde, tafsîl dahî gereklidir.
Îmân üç kısmdır: Îmân-ı taklîdi, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî.
Îmân-ı taklîdî, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı bilmez. Anasından, babasından işitdiği gibi, inanır ve gördüğü gibi ibâdet yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur.
Îmân-ı istidlâlî, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı ve harâmı hem bilir ve hem islâmiyyete uyar. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem bildirir. Üstaddan, ilmihâl kitâbından öğrenmiş, bu gibilerin îmânı kuvvetlidir.
Îmân-ı hakîkî, cümle âlem bir yere gelse, hepsi Rabbi inkâr etseler, o etmez. Ve kalbine aslâ şek ve şübhe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ îmânı gibidir. Böyle îmân, diğer iki îmândan a’lâdır.
Ve dahî, islâmiyyet ahkâmı, amele müteallikdir. Îmâna müteallik değildir. Yalnız îmân ile Cennete girilir. Fekat, yalnız amel ile cennete girilmez. Amelsiz îmân makbûldür. Ammâ, îmânsız amel makbûl değildir. Îmânı olmıyanların yapdıkları ibâdetler, hayrlı işler, sadakalar, kıyâmetde hiç bir işe yaramaz. Îmân başkasına hediyye verilmez, ammâ amelin sevâbı verilir. Îmân vasiyyet edilmez.
Ammâ, kendi için amel yapılması, vasıyyet edilir. Ameli terk eden, kâfir olmaz, lâkin îmânı terk eden ve amele kıymet vermiyen kâfir
olur. Özrü olandan, âciz olandan amel afv olunur. Îmân, kimseden afv olunmaz. Cemî’ Nebîlerin ümmetlerine bildirdikleri îmân birdir. Ancak, ahkâmlarında, dinlerinde, amellerinde ihtilâf, ayrılık vardır. Ve dahî, îmân iki nev’dir. Biri, îmân-ı hılkî ve biri de, îmân-ı kesbî.
Îmân-ı hılkî, ahd-i mîsâk vaktinde, kulların BELÂ (Evet) demeleridir.
Îmân-ı kesbî, bulûğdan sonra edilen îmândır. Cemî’ mü’minlerin îmânı birdir. Amelleri bir değildir.
Îmân, farz-ı dâimdir. Amel, vakti gelince farz olur.
Îmân, kâfire ve müslime farzdır. Amel yalnız müslime farzdır.
Ve dahî, îmân sekiz nev’dir:
Îmân-ı metbû, melekler îmânıdır.
Îmân-ı ma’sûm, Nebîler îmânıdır.
Îmân-ı makbûl, mü’minler îmânıdır.
Îmân-ı mevkûf, ehl-i bid’atin bozuk îmânıdır.
Îmân-ı merdûd, münâfıkların izhâr etdikleri yalan îmândır.
Îmân-ı taklîdî, anasından ve babasından işitip, üstâddan öğrenmemiş olan kimsenin îmânıdır. Bu gibilerin îmânından korkulur.
Îmân-ı istidlâlî, Mevlâ-ı müteâliyi, delîl ile anlayarak bilendir. Onun îmânı kuvvetlidir.
Îmân-ı hakîkî, cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etseler, o inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şübhe gelmez. İşte bunun, cümleden a’lâ olduğunu yukarıda bildirmişdik.
Îmânın hükmü üçdür:
Evvelkisi, boynu kılıncdan kurtulur.
İkincisi, malı cizyeden ve harâcdan kurtulur.
Üçüncüsü, cesedi Cehennemde -muhalled- (devâmlı olarak) yanmakdan kurtulur.
(Âmentü billâhi...) buna, sıfât-ı îmân ve mü’menün bih ve zât-i îmân ve asl-ı îmân da denilir. Ululuğuna binâen ve şerefine binâen.
Ve dahî, îmânın medârı, ya’nî îmân etmenin lâzım olduğu zemân ikidir: Âkıl olmak ve bâliğ olmak.
Ve îmânın sebebi ikidir: Âlemin yaratılması ve Kur’ân-ı azîmüş-şânın inmesi.
Ve dahî, delîl ikidir: Delîl-i aklî ve delîl-i naklî.
Ve dahî, îmânın rüknü, aslı ikidir: İkrârün bil-lisân ve tasdîkun bil-cenândır.
Bunların da şartı ikidir:
Kalbin şartı, şek olmamak, dilin şartı, ne söylediğini bilmekdir.
Ve dahî, îmân mahlûk mudur? Allahü azîm-üş-şânın hidâyeti olması haysiyyetinden, gayr-ı mahlûkdur. Ammâ, kulun tasdîk ve ikrâr etmesi ciheti ile mahlûkdur.
Îmân; cemî’ midir, bir bütün müdür, tefrîk, dağınık mıdır?
Kalbde cemî’dir ve a’zâda tefrîkdir.
Yakîn, Allahü azîm-üş-şânın zâtını, kemâliyle bilmekdir.
Havf, Allahü azîm-üş-şândan korkmakdır.
Recâ, Allahü azîm-üş-şânın rahmetinden ümmîdini kesmemekdir.
Muhabbetullah, Allaha ve Resûlüne “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve dîn-i islâma ve mü’minlere muhabbet etmekdir.
Hayâ, Allahdan ve Resûlünden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” utanmakdır.
Tevekkül, cemî’ işlerini Allahü teâlâya ısmarlamakdır. Bir işe başlarken Ona güvenmekdir.
Ve dahî, îmân ve islâm ve ihsân neye derler?
Îmân, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine inanmağa derler.
İslâm, Allahü azîm-üş-şânın emrlerini tutmağa ve nehyinden ictinâb etmeğe, sakınmağa derler.
İhsân, Allahü azîm-üş-şânı görür gibi, ibâdet etmeğe derler.
Îmân, lügatda mutlak tasdîk etmeğe derler. İslâmiyyetde altı şeyi tasdîk etmeğe, inanmağa derler.
Ma’rifet, Allahü azîm-üş-şânı, kemâl sıfatlariyle muttasıf ve noksan sıfatlardan berî bilmekdir.
Tevhîd, Allahü azîm-üş-şânı birlemekdir. Ona kimseyi ortak etmemekdir.
İslâmiyyet, (Ahkâm-ı islâmiyye), ya’nî Allahü azîm-üş-şânın emrleri ve nehyleri [yasakları] demekdir.
Din ve millet, inanılması lâzım olan şeylerde ölünceye kadar sebât etmekdir.
Ve dahî, îmân beş kal’anın içinde hıfz olunur.
1- Yakîn.
2- İhlâs.
3- Farzları edâ ve harâmlardan ictinâb.
4- Sünnete yapışmak.
5- Edebi hıfz etmek, gözetmekdir.
Her kim, bu beş şeyi hıfz ederse, îmânını hıfz etmiş olur. Bunlardan, velev birini terk ederse, düşman gâlib olur. Îmânın düşmanı dörtdür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı [istekleri], önde dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytân, îmânı almak dilerler.
Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyâsını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı insanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını, ahlâkını bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâsına ve âhıretine, ebedî se’âdetine saldıranlardır. Îmânımızı, Allahü teâlâ bu düşmanların şerrinden ve islâm düşmanlarının aldatmalarından emîn eyleye.
(Kelime-i Tevhîd)in, ya’nî Lâ ilâhe illallah demenin ma’nây-ı şerîfi, ibâdete lâyık ve müstehak, Allahü azîm-üş-şândan gayri, bir zât yokdur. Ancak, Allahü azîm-üş-şândır. O, hep vardır ve birdir.
Şerîki [ortağı] ve nazîri [benzeri] yokdur. Zemânsız ve mekânsızdır.
Muhammedün resûlullah, demenin ma’nâsı, hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü azîm-üş-şânın kulu ve hak resûlüdür. Biz dahî Onun ümmetiyiz, elhamdülillah.
Ve dahî, kelime-i tevhîdin sekiz ismi vardır.
1- Kelime-i şehâdetdir.
2- Kelime-i tevhîd.
3- Kelime-i ihlâsdır.
4- Kelime-i takvâ.
5- Kelime-i tayyibe.
6- Da’vetül-hak.
7- Urvetülvüskâ.
8- Kelime-i semeret-ül-Cennetdir.
Ve dahî, ihlâsın şartı, niyyet etmek ve ma’nâsını bilmek ve ta’zîm ile okumakdır.
Ve zikr eden kimsenin dört şeye ihtiyâcı vardır: Tasdîk, ta’zîm, halâvet, hurmet.
Tasdîki terk eden, münâfıkdır. Ta’zîmi terk eden, bid’at sâhibidir. Halâveti terk eden, mürâîdir, gösteriş yapar. Hurmeti terk eden fâsıkdır. Eğer, inkâr ederse, kâfir olur.
Ve dahî, zikr üç nev’dir:
1- Zikr-i avâm.
2- Zikr-i havâs.
3- Zikr-i ehasdır.
Zikr-i avâm, câhillerin zikri. Zikr-i havâs âlimlerin zikri ve zikr-i ehas, enbiyâ zikridir.
Ve dahî, zikr edecek a’zâ üçdür:
1- Lisan ile zikr ki, kelime-i şehâdet söylemekdir.
2- Tevhîd ve tesbîh ve Kur’ân-ı kerîm okumakdır.
3- Kalb ile zikrdir.
Kalbin zikri üç nev’dir:
1- Allahü azîm-üş-şânın sıfatlarına delâlet eden delîlleri, alâmetleri tefekkür etmek.
2- Ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini tefekkür etmek.
3- Mahlûkların sırrını tefekkür etmek.
Tefsîr âlimleri, Bekara sûresinin yüzelliikinci âyet-i kerîmesini tefsîr ederek, Allahü azîm-üş-şân, (Kullarım! Siz beni tâ’at ile zikr ederseniz, ben de sizi rahmet ile zikr ederim. Ve eğer siz beni düâ ile zikr ederseniz, ben de sizi icâbet ile zikr ederim. Ve eğer siz beni tâ’at ile zikr ederseniz, ben de sizi na’îmim [Cennetim] ile zikr ederim. Ve eğer siz beni, tenhâlarda zikr ederseniz, ben de sizi Cem’ıyyet-i kübrâda [mahşerde] zikr ederim. Ve eğer siz beni, yoklukda zikr ederseniz, ben de sizi yardımım ile zikr ederim. Ve eğer siz beni icâbetle zikr ederseniz, ben de sizi hidâyetle zikr ederim. Ve eğer siz beni, sıdk ve ihlâs ile zikr ederseniz, ben de sizi halâs ve necât [kurtulmak] ile zikr ederim. Ve eğer siz beni, fâtiha-i şerîfe ile ve fâtiha-i şerîfenin içindeki rübûbiyyet ile zikr ederseniz, ben de sizi rahmetim ile zikr ederim) buyurur dediler.
Ve dahî, zikr etmenin yüz kadar fâidesini, ulemâ beyân etmişdir. Biz ba’zısını bildirelim:
Zikr edenden, Allahü azîm-üş-şân râzı olur. Melekler râzı olur.
Şeytân, gamlanır. Kalbi rakîk ve yumuşak olur. İbâdete istekli ve gayretli olur. Kalbinden gamı giderir. Kalbini ferahlandırır. Yüzünü nûrlandırır.
Şecâ’at sâhibi olur. Muhabbetullaha vâsıl olur. Ona ma’rifetullahdan bir kapı açılır. Evliyâdan feyz alır. Seksen kadar ahlâk-ı hamîdeyi cem’ etmiş olur.
(Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) demenin ma’nây-ı şerîfi dahî budur ki, âhır zemân Peygamberi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Allahü azîmüş-şânın hem kulu, hem Resûlüdür.
Yidi ve içdi ve hâtunları nikâhladı. Oğulları ve kızları oldu.
Cümlesi hazret-i Hadîceden “radıyallahü anhâ” olmuşdur. Yalnız İbrâhîm, Mâriye adlı câriyeden olmuşdur. Ve memeden kesilme-
den vefât etmişdir. Fâtıma “radıyallahü anhâ”dan gayri cümle evlâdları kendinden evvel vefât etmişdir. Onu hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” tezvîc etmişdir. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn, hazret-i Alînin ve hazret-i Fâtımanın “radıyallahü anhüm” çocuklarıdır. Ve cümle kızlarının içinde, hazret-i Fâtıma efdaldir.
Ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sevgilisidir.
Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onbir hâtunu vardır: Hazret-i Hadîce, Sevde, Âişe, Hafsa, Ümm-i Seleme, Ümm-ı Habîbe, Zeyneb bint-i Cahş, Zeyneb bint-i Huzeyme, Meymûne, Cüveyriyye, Safiyye “radıyallahü anhünne”.
İnsanla cinne, hak ile bâtılı ve harâm ile halâli, dünyânın fânî ve âhıretin bâkî olduğunu, dînin ilmihâlini ta’lîm için gelmiş, hak Peygamberdir “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
(Edille-i şer’ıyye) dörtdür: Kitâb, Sünnet, İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı müctehid. Âlimler din bilgilerini bu dört kaynakdan almışdır.
Kitâb, Allahü azîm-üş-şânın kelâmına denir. Sünnet, kavl-i Resûl, fi’l-i Resûl, takrîr-i Resûldür. İcmâ-i Ümmet, bir asrda bulunan müctehidlerin, meselâ Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm” veyâ dört mezhebin bir konuda sözbirliği yapmasıdır. Kıyâs, Müctehidlerin, bir şeyi, başka bir şeye benzetmesine denir.
Ve dahî, mezheb, lügatda yola derler. Bizim iki yolumuz vardır:
Biri, i’tikâd yolu ve biri de, amel (iş) yolu.
İ’tikâd yolunda imâmımız, ya’nî kılavuzumuz, Ebû Mansûr Mâtürîdîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Bunun yoluna (Ehl-i sünnet) denir. Amel yolunda, kılavuzumuz, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahime-hullahü teâlâ”. Bunun yoluna (Hanefî Mezhebi) denir. Ebû Mansûr-i Mâtürîdînin adı, Muhammed ve babasının adı, Muhammed ve dedesinin adı Muhammed ve hocasının adı, Ebû Nasr-ı İyâddir “rahime-hümullahü teâlâ”. Ebû Nasr-ı İyâdînin hocasının ismi, Ebû Bekr-i Cürcânî ve onun hocasının ismi, Ebû Süleymân Cürcânî ve Ebû Süleymân Cürcânînin hocasının ismi, Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed Şeybânîdir. Bu ikisinin hocası da imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahimehümullahü teâlâ”. Görülüyor ki, i’tikâdda mezhebimizin başıda, amelde mezhebimizin başı da, hep İmâm-ı a’zamdır.
Cümle nâsın, üç imâmı vardır ki, bunları bilmek farzdır. Emrleri ve nehyleri veren imâmımız, Kur’ân-ı azîm-üş-şândır. Bunları, ya’nî islâmiyyeti bildiren imâmımız, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleridir. Bunları zor ile yapdıran imâmımız, Resûlullahı temsil etmekde olan, müslimân devlet reîsidir.
İmâm-ı a’zamın hocasının ismi, Hammâd ve Hammâdın hocasının ismi, İbrâhîm-i Neha’î ve onun hocasının ismi Alkama bin Kaysdir ve dayısıdır. Onun hocasının ismi, Abdüllah ibni Mes’ûddur “rahime-hümullahü teâlâ”. Bu dahî, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ahz eylemişdir, almışdır.
Resûlullah “aleyhisselâm” dahî, Cebrâîl “aleyhisselâm”dan ahz etmişdir. Ve Cebrâîl “aleyhisselâm”a, Allahü sübhânehü ve teâlâ hazretleri emr eylemişdir.
Allahü azîm-üş-şân, Âdem oğluna dört cevher vermişdir: Akl, Îmân, Hayâ ve fi’l, ya’nî amel-i sâlih.
Ve dahî, düâların ve herhangi bir amelin kabûl olunmasının şartı ve sebebi beşdir: Îmân, İlm, Niyyet, Hulûs ya’nî ihlâs ve Kul hakkı bulunmamakdır. Önce, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak, sonra yapılacak ibâdetin sıhhatinin şartlarını bilmek lâzımdır.
[Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahîh olmaz. O ibâdet yapılmamış olur. Cezâsından, azâbından kurtulamaz. Sahîh olup da, kabûl olmıyan ibâdet için azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına kavuşamaz. İbâdetin kabûl olması için, önce sahîh olması, sonra yukarıda yazılı beş şartın bulunması da lâzımdır. Kul hakkı da bu şartlara dâhildir]. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, ikinci cildin seksenyedinci mektûbunda diyor ki, (Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fekat üzerinde yarım dank [ya’nî çok az] kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez). [Düâları da kabûl olmaz.]
İbni Hacer-i Mekkî “rahimehullahüteâlâ”, (Zevâcir) kitâbında, yüz seksen yedinci günâhı anlatır ken diyorki: Bekara sûresi yüz seksen sekizinci âyetinde meâlen, (Ey mü’min ler! Bir bi ri ni zin mallarını bâtıl yoldan yimeyiniz!) buyuruldu. Bâtıl yol, fâiz, kumar, gasb, sirkat, hîle, hiyânet, yalancı şahidlik, yalan yemîn ederek aldatmakdır. Ha dîs-i 2e rîf ler de, (Ha lâl yi yen, farz la r› ya p›p,
ha râm lar dan sa k› nan ve in san la ra za rar ver mi yen bir müs li mân
Cen ne te gi de cek dir) ve (Ha râm ile bes le nen be den, ate de ya -
nar) ve (
er rin den, za ra r›n dan emîn olun ma yan kim se nin, dî ni,
ne mâz la r›, ze kât la r›, ken di si ne fâi de ver mez) ve (Üze rin de ki cil -
bâ b› ha râm dan gel mi olan ada m›n ne mâz la r› ka bûl ol maz) bu -
yu rul du. [Cil bâb, ka d›n la r›n ge ni2 ba2 ör tü sü de mek dir. Er kek le -
rin uzun göm le )i ne de de nir. Cil bâb, ka d›n la r›n iki par ça dan giy -
dik le ri çar 2af de mek dir di yen le re gö re, ha dîs-i 2e rîf de, er kek le rin
de bu çar 2a f› giy dik le ri bil di ril mi2 olu yor. Böy le söy le me nin do) -
ru ol ma d› )›, câ hil ce ve gü lünç bir ina n›2 ol du )u mey dân da d›r.]
‹ki yü zün cü gü nâ h› an la t›r ken bil dir di )i ha dîs-i 2e rîf de, (Hî le li
mal sa tan, biz den de il dir. Gi de ce i yer Ce hen nem dir) bu yu rul -
du. ‹ki yü zo nun cu gü nâh da ki ha dîs de, (Çok ne mâz k› lan, oruc tu -
tan, sa da ka ve ren, fe kat di li ile kom u la r› n› in ci te nin gi de ce i yer
Ce hen nem dir) bu yu rul du. Kâ fir olan kom 2u yu da in cit me mek,
ona da iyi lik yap mak, ih sân et mek lâ z›m d›r. Üç yü zo nü çün cü gü -
nâh da ki ha dîs de, (Sulh ze mâ n›n da bir kâ fi ri hak s›z öl dü ren, Cen -
ne te gir mi ye cek dir) ve (‹ki müs li mân, dün yâ ç› kar la r› için dö ü -
ün ce, ölen de öl dü ren de Ce hen ne me gi de cek dir) ve üç yü zon ye -
din ci gü nâh da ki ha dîs de, (‹n san la ra zulm eden, K› yâ met de bu -
nun azâ b› n› çe ke cek dir) bu yu rul du. Gayr-› müs lim le re zulm yap -
mak da böy le dir. Üç yü zel lin ci gü nâh da ki ha dîs de, (Üç kim se nin
düâ s› mu hak kak ka bûl olur: Maz lû mun, mü sâ fi rin ve ana ba ba -
n›n) ve (Kâ fir ol sa da, maz lû mun bed düâ s› red edil mez) ve dört -
yü zi kin ci gü nâh da ki ha dîs de, (Kâ fir olan ar ka da › n› öl dü ren de
biz den de il dir) ve dört yüz do ku zun cu gü nâh da ki ha dîs de, (Gü -
nâh lar için de, azâ b› en ça buk ve ri le cek ola n›, hü kû me ti ne is yân
et mek dir) bu yu rul du. (Ze vâ cir)den ter ce me te mâm ol du. Ey
müs li mân! Al la hü te âlâ n›n r› zâ s› na ka vu2 ma )› ve amel le ri nin ka -
bûl ol ma s› n› is ti yor san, yu ka r› da bil di ri len ha dîs-i 2e rîf le ri kal bi -
ne yaz! Müs li mân ol sun, kâ fir ol sun, kim se nin ma l› na, ca n› na,
›r z› na sal d›r ma! Kim se yi in cit me! Her ke sin hak k› n› öde! Bo 2a d› -
)› ka d› na mehr pa ra s› n› öde me si de kul hak k› d›r. Öde mez se,
dün yâ da ve âh› ret de ce zâ s› çok 2id det li dir. Kul hak k› n›n en mü -
himmi ve azâbı en çok olanı akrabâsına ve emri altında olanlara
din bilgisi öğretmeği terk etmekdir. Onların ve bütün insanların
din bilgisi öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence
ederek veyâ aldatarak mâni’ olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı
olduğu anlaşılır. Bid’at sâhiblerinin, mezhebsizlerin, sözleri ile,
yazıları ile Ehl-i sünnet bilgilerini değişdirmeleri, dîni, îmânı boz-
maları da böyledir. Hükûmete, kanûnlara karşı gelme. Vergileri-
ni öde. Hükûmet zâlim, fâsık olsa bile, hükûmete isyân etmenin
günâh olduğu, (Berîka)da yazılıdır. Dâr-ül-harbde, ya’nî kâfir
memleketlerinde de, kanûnlara, emrlere karşı gelme! Fitne çıkar-
ma! İslâma saldıranlarla ve bid’at sâhibleri ile ve mezhebsizlerle
arkadaşlık etme! Onların kitâblarını, gazetelerini okuma! Radyo-
larını, televizyonlarını evine sokma! Sözünü dinleyenlere, (Emr-i
ma’rûf) yap! Ya’nî, güler yüzle, tatlı dil ile nasîhat eyle! Kimse ile
münâkaşa etme! Güzel ahlâkın ile, islâm dîninin şânını, şerefini
herkese göster!
İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, birinci cildde diyor ki, (Sev’eteyn, ya’nî kubul ve dübür, dört mezhebde de galîz ya’nî kaba avretdir. Bunları örtmek sözbirliği ile farzdır. Örtmeğe ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Dizi açık olan erkeğe, bunu örtmesi için, Emr-i ma’rûf yapılır. Ya’nî, tatlı sözle nasîhat edilir. İnâd ederse, susulur. Uylukları açık olan inâd ederse, sert söylenir. Sev’eteyni açık olan, inâd ederse, hâkime söyleyerek, zor ile [döğerek, habs ederek] örtdürülür. Başka erkeğin avret yerine bakmanın günâhı da bu sıra ile artar.) Kadınların, ellerinden ve yüzlerinden başka, bütün vücûdlarını, bacaklarını, kollarını, saçlarını yabancı erkeklere ve kâfir kadınlara göstermemeleri dört mezhebde de farzdır. Şâfi’îde, yüzlerini de göstermemeleri farzdır. Kendileri ve babaları veyâ kocaları buna ehemmiyyet vermezse, kâfir olurlar. Oğlanların, baldırları, bacakları açık, kızların da, başları, kolları açık oyun oynamaları ve bunları seyr etmek, büyük günâhdır. Müslimân, serbest zemânlarını oyun ile, fâidesiz şeylerle ziyân etmemeli, ilm öğrenmekle, nemâz kılmakla kıymetlendirmelidir. (Kimyâ-i se’âdet)de diyor ki, (Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile örtülü çıkmaları da harâmdır. Böyle çıkmalarına izn veren, râzı olan, beğenen anası, babası, zevci ve kardeşi de, onun günâhına ve azâbına ortak olurlar.) Ya’nî, Cehennemde birlikde yanacaklardır. Eğer tevbe ederlerse, afv olunur, yakılmazlar. Allahü teâlâ tevbe edenleri sever. Kadınların örtünmeleri, (Fâideli Bilgiler)de 284 de uzun yazılıdır.